إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أُوْلَـئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّهِ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

218- Onlar ki; iman ettiler, hicret ettiler (küfürden, günahtan ve yurtlarından), Allah yolunda cihat (ciddi gayret) ettiler. İşte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, acıyandır. (Bakara:218)



.





Şûrâ Sûresi

Şûrâ Suresi

 

Sure adını 38. ayetinden alır. Bazı tefsirler mukattaat harfleriyle, bazıları ise “Mümin” adıyla anar. Fakat 40. sure olan Mümin suresinden dolayı bu isimle anılması yaygın değildir. Ait olduğu yedi surelik “ha-mim” ailesinin diğer üyeleri gibi hicrete yakın bir zamanda Mekke’de inmiştir. Bunu teyit eden bir delil de, Medinelilerle yapılan Akabe biatına muhtemel bir atıf içeren 38. ayet olabilir. Bazı kaynaklarda  24-27, 39 ve 40. ayetlerin Medeni olduğu ifade edilmiştir. Câbirî surenin tefsirinde Mekke’de bir kıtlığın yaşandığını ve devam ettiğini ifade etmiştir. Sonuç olarak surenin 12. yılın ortalarında indiği söylenebilir.

 

38. ayette, şuraya dikkat çekilmiş ve İslami yönetimde, Müslümanların kendi aralarından seçecekleri kişilerin istişare ile kararlar alması gerektiğine dair bir yönlendirme de yapılmıştır. Sure tevhit ilkesini vurgulayan bir cümle ile sona ermektedir. 

 

1. Ha. Mim.

 

Gerek çivi yazısında gerek Mısır hiyeroglif yazısında başlangıçta her bir sembol bir nesneye veya soyut kavrama karşılık geliyordu. Bu yüzden çok sayıda sembol vardı. Zamanla seslere karşılık gelen yazı sembolleri ortaya çıktı. Bir nesneye karşılık gelen sembollerle seslere karşılık gelen semboller birlikte kullanılmaya başlandı. Dolayısıyla seslere karşılık gelen harflerin ortaya çıkması yazıda kullanılan sembollerin sayısının azalmasını sağladı. Ayetteki bu işaretler de bizce ayetin içindeki konulara karşılık gelen sembollerdir.

 

Alfabe M.Ö. 11. yüzyılda Fenikeliler tarafından bulundu. Fenikeliler Mısırlılardan öğrendikleri hiyeroglif yazısını basitleştirdiler. Sadece seslere karşılık gelen sembolleri kullandılar. Böylece kullanılan harf sayısı azaldı ve standartlaştı. Fenike alfabesinde 22 harf vardı. Sadece seslere karşılık gelen semboller kullanıldığı için çivi yazısı veya Mısır hiyeroglif yazısına göre çok daha az sembolle yazılabiliyordu. Fenike alfabesi zaman içinde kolay ezberlenmesi ve yazılması sebebiyle yaygınlaştı. Günümüzde yaygın olarak kullanılan Latin, Yunan, Kiril ve Arap alfabeleri Fenike alfabesinden türemiştir. Hurufumukatta Arap alfabesindeki on dört harften (ا، ح، ر، س، ص، ط، ع، ق، ك، ل، م، ن، هـ، ى) teşekkül etmiş olup bunların ikisi tek, dokuzu iki, on ikisi üç, ikisi dört, ikisi de beş harften oluşmuştur.

 

Ha-Mim ile bir sonraki ayette gelecek olan “ayn-sin-kaf” birbirlerinden ayrılmıştır. Nitekim Meryem suresinin baş tarafındaki "kaf-ha-ya-ayn-sad" ve Rad suresindeki "elif, lam, mim, ra" tek ayetken buradaki hurufumukatta birbirinden ayrı yazılmış ve numaralandırılmıştır. İbn Abbas ve İbn Mes'ûd’un da ayrı okuduğuna dair rivayetler vardır. Bizce ilk ayetteki “ha, mim” harfleri bu surenin “ha-mim” ailesine ait olduğunu ama içinde “ha-mim” ailesinden farklı olan 3 konunun da işlendiğini anlatmak için ayrı yazılmış olabilir. (Allahualem.) “Ha-mim” ile başlayan 7 surenin ortak konuları “hak yaratılış”tır. Ayrıca bu surede kritik kararlarda istişarenin değerine de değinilecektir.

 

2. Ayn. Sin. Kaf.

 

Fazladan olan “ayn-sin-kaf” harflerinin, harf değil bir mananın sembolü olduğu söylenmiştir. Bu harflerin, Kurân’da sadece bu surede yer alan vahyin geliş şekilleriyle ilgili 51. ayetteki üç hâli sembolize ettiği yorumu yapılmıştır. Buna göre; ‘ayn görmeyi, sin (sem’) işitmeyi,  kaf (kalp) kalbe nakşedilmeyi ifade eder (Elmalılı, ayet 51’in tefsirinde). Zaten bu hurufumukattalardan “ayn ve kaf” Meryem suresinin başında da yer alır. Bizce de “ayn ve kaf” Allah ile kulları arasında iletişimde iki yoldur. Ayn/görme, vahiy getiren elçiyi veya ayetleri görme veya görü iken; kaf kalbe ilham ve içe dolmayı anlatan kategorizasyon şekilleri olabilir. Meryem suresinin başında Hz. Zekeriya ve onun Rabbi ile olan iletişiminden bahsedilir. Bu nedenle oradaki hurufumukattalarda öncelik “kaf-ha-ya-’ayn-sad” şeklinde sıralanmıştır. Sin ise Şuara, Kassas, Yasin ve Neml surelerinde karşımıza çıkar. Bu surelerin tamamında “sin” Hz. Muhammed’e risaletin verilmesi, ona bir sesleniştir. Zira surenin sonunda vahyin 3 farklı yol ile ulaştığı anlatıldıktan sonra hitap Hz. Peygamber’e yönelir ve “Sana emrimizden bir ruh vahyettik. Ve sen, kitap nedir ve iman nedir bilmiyordun. Ve lakin O'nu ‘nur’ kıldık. Kullarımızdan dilediğimizi onunla hidayete erdiririz. Ve muhakkak ki sen, mutlaka sıratımustakime hidayet ediyorsun.” şeklindedir. Yasin suresinin başındaki “Ya-Sin” de peygambere doğrudan bir sesleniş şeklinde anlaşılabilir.

Özetle “ha, mim, ayın, sin, kaf” harflerinin açılımı şudur: “Hak yaratılışı (ha-mim) göreceksin (ayn) Ey resul! (sin) Kalbine inenle (kaf)” Bu girizgâhtan sonra kalbe ilham olan seslenişin detaylandırıldığını okumaktayız.

 

3- Azîz, Hakîm Allah, sana ve senden öncekilere işte böyle vahyeder.

 

Ayetteki “…işte böyle vahyeder.” ifadesi önceki resullere de hurufumukatta gibi kategorizasyon sembolleri ile bir nevi sınıflandırma ve sıraya koyarak vahyedildiğini ifade ediyor olabilir veya bu ifade ile “ha-mim” ailesinin tamamı kastedilmiş de olabilir. Belki de başlangıçta tek alfabe ve tek dil vardı. Diğer tüm diller o dilden türemişti. Önce farklı lehçelere sonra tamamen farklı dillere dönüştü. Kurân’daki bazı surelerin başında gelen bu harfler bu ilk dilin ve alfabenin sembollerine bir atıf da yapıyor olabilir. Vahyin kaynağı azîzülhakîm iken, amacı muhatabına izzet katan hükümler kazandırmaktır.

 

4- Göklerde ve yerde olan her şey O’nundur. Ve O, Aliyy’dir, Azim’dir.

 

‘Aliyy, Allah’ın fizikötesi varlıklardan yüceliğini, ‘Azîm Allah’ın fiziki varlıklardan aşkınlığını ve azametini ifade eder. Rükûda Allah’ı tespih ederken, Allah’ın azameti karşısında boyun bükeriz. “Sübhane Rabbiye’l-Azim/Azamet sahibi Allah’ım!” Seni tespih eder, noksan sıfatlardan tenzih ederim.” manasındadır (Vâkı’a:74). Azîz, hakîm olan vahyin hilafına “Mülk benimdir.” diyerek izzetsiz bir hüküm veren, önce yüceliğini kaybeder. Zira maddiyata bağlanmıştır. Sonra da değerini ve manevi azametini yitirir. Aslında dünya onun içindi ama o dünya için yaratıldığını zannetti.

 

5- Ve melekler, Rabblerini hamd ile tespih edip yeryüzündeki kişiler için mağfiret dilese de neredeyse gökler üstünden dağılıp parçalanacak. Allah, gerçekten Ğafûr ve Rahîm değil mi?

 

“Min fevkihinne” ibaresindeki zamir, semaların katmanlarının her birinin bir sıra ile dağılacağını ifade etmektedir. Yani “arzın üstünde” en yukarıda ve dışta olandan başlayarak bir dağılma gerçekleşebileceğini anlatır.

 

Yetefettarne, parçalanmak ve çatlamak anlamına gelmektedir. Bu kelimenin kökü olan fe-te-ra “içinde gizleneni ortaya çıkarmak için yarıp açmak, meydana getirmek, yaratmak” manalarına gelmektedir. Fatır suresinin ilk ayetindeki “Hamd, gökleri ve yeri yarıp ortaya çıkaran Allah’a aittir.” ifadesi ile hem ilk yaratılış hem de burada olduğu gibi son saat yine bu kelime ile anlatılır. Bunun sebebi son saatten sonra göklerin ve yerin yeni bir yaratılışla bu kez ahiret hayatına dönüşecek olmasıdır. Uzay boşluğunda canlılığın olduğu dünya gezegeninin atmosferini tutanın ise meleklerin hamd ile tespihidir.

 

Hamd, yaratılış amacına uygun hareket ederek kendini var edeni lisanıhâl ile övmektir. “yusebbihûne fiili ise tespih etmek demektir. Tespih; yüzdürmek, uçurmak, uçağı veya gemiyi kullanmak gibi anlamlara da gelir. Tespihin kökü olan “s-b-h” Müfredat’ta “suda veya havada hızlı gitmek” olarak anlatılır.  Bu kelime istiare yoluyla yıldızların yörüngelerinde ilerlemeleri anlamında Enbiya 33’te kullanılmıştır.

 

Meleklerin Rabblerini hamd ile tespihi onların yaratılış amaçlarına uygun davranarak göklerin parçalanmadan kalıp canlılığın devamı için sistemin bir bütün olarak devam etmesidir.

Neredeyse diye meal verdiğimiz “tekadu” kelimesi bir şeyin hazırlığını yapıp onu tamamlama ve zamanını beklemedir. İşte o şeyi bu bekleme hâline getirmeye “kâde” denmektedir. Yani potansiyel olarak oluşacaktır. Zaten son saatte gök parçalanacaktır (İnşikak: 1).

 

Göğün neredeyse parçalanması, atmosferin uzaya dağılma ihtimaline atıftır. Yeryüzündeki hassas ayarlar bazı güç/meleke ve dinamikler ile ilişkilendirilmiştir. Miğfer ile aynı kökten gelen mağfiret meleklerin/güçlerin bu hassas dengeyi koruma ve kollama görevlerine bir atıf olabilir. Melekeler denen güçler dünya atmosferinin bütünlüğünü sağlamaktadır. Yer çekim melekesi, çekirdekteki ısı ve dönüşün oluşturduğu manyetik güçlerle/melekelerle aslında yaşam devam etmektedir. Allah’ın var ettiği bu güçleri ilahlaştırıp ona şirk koşanlara şu soru formatındaki son cümle ile bir açık kapı bırakılır: “Allah, gerçekten Ğafur ve Rahim değil mi?”

 

“İstiğfar etmek” demek, bir eksikliğin ve yanlışlığın giderilmesi veya onarılması demektir. Miğfer, düşmandan başı koruyan araçtır. İstiğfar da insanların eksik bıraktığı, yanlış yaptığı şeyler yüzünden zarar görmesini engellemek demektir. Bunu insan, Allah’ın ğafururahim olmasına borçludur. Allah’ın gökleri belirli bir vakte kadar koruması merhametinden ve mağfiretindendir.

 

Ğafur ve Rahim esmalarının birlikte gelmesi koruyan ve eksiklikleri gideren bir merhametten bahsedilmesindendir. Ayetin devamındaki esmalar onu bir sonraki ayete de bağlamaktadır. Bu muazzam dengeyi ğafururahimden değil de hiçbir gücü ve yetkisi olmayan birtakım uyduruk ilahlardan/velilerden bilmek bağış ve merhameten uzak şirk sitemini oluşturmuştur.

 

6- Ve onlar, O’nun astında veliler edindiler. Allah, onların üzerine Hafiz’dir. Ve sen, onlara vekil değilsin.

 

Ayetlerde geçen "evliya” velinin çoğulu olup “dost, yakın arkadaş koruyucu, yardımcı” gibi manalara gelir. Allah neden kendine şirk koşanları korusun ki? Allah müminlere hafiz olmalıdır. Ayetin son cümlesi de Resulullah’a bir uyarıdır: ”Ve sen onlara vekil değilsin.” Buradan “Onları bana karşı savunma!” gibi bir anlam çıkmaktadır. Buradaki anlam karmaşası Hafiz esmasına, koruma ve gözetme anlamı verilmesindendir. El-Hafiz; her şeyi koruyup gözeten, korumada eşsiz ve benzersiz olan demektir. Ancak buradaki muhafaza müşrikleri koruyup kollama değil, onların yaptığı kötü amellerin muhafazası ve unutulmamasıdır. Türkçemizde kullandığımız hafıza da buradan gelir. İnsan aklındaki bilgileri muhafaza eder. Kurân’ı ezberleyenlere de bu nedenle hafız denilmiştir. Allah onların yani Allah’ın astında veli edinenlere karşı hafizdir. Bu, onları koruyup kollama gibi olumlu bir mana değildir. Buradaki mana onların yaptığı her kötülüğü, suçu, günahı ve zulmü hıfzeden ve unutmayan demektir. Devamındaki “Sen onlara vekil değilsin.” ifadesi onları temize çıkarma uyarısıdır. Zira Allah her ne yapılıyorsa gören, duyan, bilen ve unutmayandır.

 

7- İşte böylece sana, ana toplanma yeri ve onun avlusunda, hakkında şüphe olmayan bir araya gelme günü ile uyarman için apaçık bir okuyuş vahyettik. Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı çılgınlık içindedir.

 

Allah Resulü üzerine düşeni yapmış, onlara vahyi ulaştırmıştır. Artık seçim onlardadır.

 

Arabiyyen, sadece “Arapça, Arap dili” olarak anlaşılması ve açıklanması doğru değildir. Zira bu kelime “arabe” kalıbından türeme olduğu kadar “ arube” kalıbından da türemiştir. Kelimenin “arube” kalıbına göre anlamı “fesahat, fasih konuşmak” demektir ‘Arab’a dili “açık ve anlaşılır” olduğu için ‘Arab denmiştir (Zuhrûf: 3). O zaman ifadeye "Arapça bir Kurân olarak indirdik." yerine "apaçık ve anlaşılır” yani “Konuların özüne inen, damıtılmış, hakikat yüklü bir okuyuş vahyettik.” şeklinde anlaşılmalıdır.

 

İnzar işini yapan, yani bir tehlikeyi haber vererek başkasını uyaran kimse ya da nesneye "nezîr" veya "münzir" denir. Bu kavram uyarma niteliği taşıyan her şey için kullanılır. Nitekim kabile çatışmalarının yoğun olduğu cahiliye döneminde, baskına gelen düşmanları görerek kabilesini haberdar eden kimseye "nezîr" denmiştir. Avı uyardığı için, yayın tınlama sesine ve ölümün uzak olmadığını hatırlatan, ağarmış saça da "nezîr" tabiri kullanılmıştır.

 

“Ferik” ise kaya parçasının kopması gibi bir topluluğun parçalanması sonucu doğan ayrılıktır. Vahiy ile uyarılara ana toplanma yerindekilerin verdiği iki farklı tepkiden bahsedilir.

 

Öncelikle bu ayette “ummulkura” kelimesine -şehir, Medine ve Mekke gibi bir isim veya kelime geçmemesine rağmen- çoğu meal müellifi tarafından Mekke ve çevresi veya şehirlerin anası gibi yakıştırmalarla meal verilmiştir. Burada kasıt Mekke’dekiler olsa idi “kavmini uyarman için” denirdi ki bunun Kurân’da örneği çoktur (Yasin: 6, Kassas: 46). O zaman burada “ummulkura” ile ne kastedilmiştir? Terkip “el-kurâ” ve “ümm” kelimelerinden oluşmuştur. Kurâ; “k-r-e” kökünden gelir ki Müfredat’a göre hem insanların toplandıkları yere hem de toplanan insanlara denir (Yûsuf: 82). Buradaki mana, karye gibi kasaba, şehir yerleşim yeri değil insanların bir araya geldiği toplanma yeridir. “Ümm” ise ana, asıl demektir. Bu terkibin manası asıl/ana toplanma yeri/merkezi ve havle denilen -Türkçemize avlu olarak geçen- çevresindekileri, “avlusundakileri uyarman için vahyettiğimiz” manasındadır. Peki, Mekke’deki ana/asıl toplanma yeri ve onun avlusu neresidir? Burası Mekke ve çevresi değil Kâbe ve avlusudur. Ehlikitaptan Yahudi ve Hristiyanlar ana toplanma yerine ibadet için değil, orada kurulan pazara gelip ticaret yapıyorlardı. Bu merkez ayette ibadet niyeti ile anlatılırken “ummulkura” değil “beyt” kullanımı yapılırken (Enfâl: 35) ticaret ve pazar için toplanan insanlar manası ise “ummulkura” terkibi ile verilmiştir.

 

Halka açık bu pazar yerine gelenleri cem olma/bir araya gelme günü manasındaki hesap günü gerçeği ile uyarman için resule anlaşılır bir okuyuş vahyedilmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki Kurân’ın mesajları bir ırkın, zamanın, kavmin, aşiretin veya inancın ilkelerini değil genel ve evrensel ilkeler barındırmaktadır. O yüzden apaçık ve anlaşılır bir usulle tebliğ edilmeli, okunmalıdır.

Burada “cennet” karşılığı “sa’îr” kullanılmaktadır. Sa’îr; ateşi yakmak, tutuşturmak, kışkırtmak, alevi yükseltmek anlamına gelir. Es-su’r, kışkırtılmış ateşe benzediği için saldırgan deliye denir. Dolayısıyla bu normal bir ateş değil, çılgın, dizginlenemeyen, kontrolsüz bir ateştir. Ayetin cümlesinin zamanı gelecek değil şimdiki zamandır. Ve cennetin zıddı olarak cehennem kullanılmamıştır. “Onların bir kısmı cennette ve bir kısmı çılgınlık içindedir.” ifadesi toplanma yerindekilerin uyarılması sonucu oluşan tabloyu anlatmaktadır. Uyarılar bir fırkayı çileden çıkarırken (sair) diğer bir fırkaya cennet saadeti sunmaktadır. Bu ihtilafın sebebi ise bir sonraki ayette şöyle izah edilir:

 

8- Ve eğer Allah dileseydi, onları mutlaka tek bir ümmet kılardı. Ve lakin dilediği kimseyi rahmetine alır ve zalimler için bir veli ve yardımcı yoktur.

 

Burada iki fırka vardır: İlki adil ve hakkaniyetli bir hayat yaşamayı arzu edenler, diğerleri ise hak yeme üzerine kurdukları şirk sistemini devam ettirmek isteyenlerdir. Bunlar işlerine gelmeyen uyarılara karşı aşırı bir tepki vermişlerdir.

 

 “Allah dileseydi sizi tek bir ümmet kılardı.” ifadesini okuyan birinin aklına gelen ilk soru “Allah bizim tek ümmet olmamızı neden dilemedi?” oluyor. Aslında sorunun cevabı bir sonraki cümlede verilmiştir. Zira O dilediğini rahmetine alır. Allah’ın dilemesi, kulların dilemesi gibi değildir. El- Hak olan Allah sadece hak edenlerin merhamete layık olduğunu dilemiştir. Zalimleri rahmetine alıp onları himaye etmeyeceğini “Zalimler için bir veli ve yardımcı yoktur.” son cümlesi ile belirtir. Allah dileseydi hak eden ile etmeyen, emek veren ile vermeyen, çalışan ile çalışmayanları bir tutardı; ancak bunu dilememiştir. Zira bu durum onun adaletine ve hakkaniyetine aykırıdır. O nedenle böyle bir Rabbe kul olduğunu iddia eden müminler de zalim ile mazlumu bir tutamaz; onları bir ümmet gibi göremez.

 

9- Yoksa O’nun astında veliler mi edindiler? Oysa Allah, el-veli olandır. Ve O, ölüleri diriltir. Ve O, her şeye kadîrdir.

 

Evliyadaki yakınlık tıpkı Türkçedeki arkadaş anlamındadır. Türkçedeki arka+daş birbirine destek olan, arka çıkan ve sırt sırta verilecek yakınlıkları ifade etmek üzere arka isim köküne ortaklık bildiren +daş ekinin gelmesiyle türetilmiştir. El-Veli, himaye ve kollamada eşsiz ve benzersiz olan demektir. Mevla dosta karşılık gelirken, veli arkadaşa karşılık gelir. Ancak el-Veli, tek taraflıdır. El-Veli olana arkadaş olan korunurken, O’nun korunmaya ihtiyacı yoktur. Buradaki arkadaşlığı Allah’ın zatını düşünerek anlamamak gerekir. Allah’ın bizden istediği erdemleri, en güzel sıfatlar olan esmayı dost ve arkadaş edinerek onların velayetine girmek gerekir. Bunu yapan ölüler dirilecektir. Allah manen ve madden ölenlerin dirilmesine bir ölçü yani kader belirlemiştir. Esma ile dirilen onun aşağısında/astında beşeri olan uydurmalardan medet ummaz, mutlak görmez.

 

10- Ve bir şey hakkında ihtilâfa düşerseniz, artık onun hükmü Allah’a aittir. İşte o Allah, benim Rabbimdir. O’na tevekkül ettim. Ve O’na yöneldim.

 

Yönelme diye meal verdiğimiz unîb(u) kelimesi “n-v-b” kökündendir. Kelime bir şeyin gidip gelmesi, dönüşümlü olması, sıra ile dönmesidir. Buradaki yöneliş hata ve kusurlardan iyiye ve doğruya yöneliştir. Kelime genelde tevbe ve istiğfar ile kullanılır. “Rabbinden mağfiret istedi ve rükû ederek yere kapandı ve yöneldi.” (Sad: 24) Ayrıca Zümer 8’de “İnsana bir zarar dokunduğunda Rabbine yönelir.” şeklinde gelir. Buradaki Rabbe yönelmede, ihtilafa düşülen konularda hüküm verme hatasından Rabbe yönelme vardır. İhtilafa düşülen konu Allah’ın astında olduğu iddia edilen evliya inancıdır. Bu konu hakkında hüküm vermek, muhatabı ötekileştirmek ve şeytanlaştırmak hatadır ve bu hatadan hemen dönüş yapıp Rabbe yönelmek gerekir. Bu insanlar için hükmü el-Hâkim olan Allah’a bırakmak ve hesap sorucu olmamak daha yapıcıdır ve ölüleri diriltir. Allah’ın her şeye kadîr oluşu, ölüleri diriltmesinin bir ölçü ve kadere bağlı olduğudur. İhtilafları Allah’a bırakmak, şirkle ölmüş dimağlara hayat verme ölçüsüdür. Zaten cümlenin devamındaki tevekkül bu manayı pekiştirmektedir. Ayet daha savunmaya yönelik bir duruş teklif etmiştir. “İşte o Allah yani el-esmaülhüsna benim Rabbim/terbiye ve ıslah edenimdir. O üstün ve ulvi sıfatlara yönelir ve dayanırım/tevekkül ederim.” şeklinde bir tavsiye cümlesi ile ayet sonlanmıştır.

 

11- Gökleri ve yeri yarıp ortaya çıkaran, size kendi içinizden eşler kılan ve enama da kendi içinden eşler kılan odur. Orada sizi yetiştirir. Hiçbir şey, O’nun misli değildir. Ve O, işitip görendir.

 

Fatr kelimesi, içinde gizleneni ortaya çıkarmak için yarıp açmak manasına gelir. Fetara, daha çok uzunlamasına yarılmak demektir. Yarılmak kimi zaman yapma, kimi zaman bozma yoluyla olur. (Rağıb) 5. ayette “göklerin neredeyse parçalanması” yıkım iken, burada bir tohumun çatlaması gibi bir yapım söz konusudur (Fâtır: 1, Yusuf: 101, Enâm: 13, Zümer: 46). Burada şöyle bir soru sorulabilir: İnsanın biyolojik yaratılışı ve çiftler hâlinde olmaları ile hayvanların özelikle de enam türü hayvanların ne alakası var ki ayette yan yana gelmiştir? Bu sorumuzun cevabı “Hiçbir şey, onun misli gibi değildir.” cümlesindedir. Allah evlat edinmemiş, bazı hayvanlara kutsallık vermemiştir. Enamın bu ayette özellikle zikredilmesi ona yüklenen aşırı inançsal manalar sebebiyledir. Enam suresinde bu aşırılıklardan bahsedilmiştir. Enam 142’de enama yüklenen aşırı yorumlar yapanlara “Şeytanın adımlarına tâbi olmayın!” der. Gökler ve yerin potansiyelini açığa çıkarması fatır ile ifade edilmiştir. Bu potansiyel canlıların çiftler hâlinde çoğalıp çeşitlenmesine sebep olur.

 

Ne ki yaratılmıştır, onun eşi benzeri vardır; ne ki yaratandır, onun eşi benzeri yoktur. “leyse kemiślihi şey-un/Hiçbir şey, O’nun misli gibi değildir.” cümlesindeki “misli” ifadesinin Türkçedeki karşılığı onun benzeri/onun gibisi yoktur demektir. “ke mislihi” ifadesi bir benzetme değil, tam tersi, Allah’ın mislinin dahi bir benzetmeye konu olamayacağından bahsediyor. “Misl” ifadesi bütün benzetme edatlarının içindeki en kapsamlı benzetme edatıdır. Kelimenin “mesel” değil de “misl” şeklinde gelmesi manidardır. Bir yandan “yüce Allah’ın bir benzetmeye konu olamayacağı” manasını verirken diğer yandan “var olanların yani akla gelen herhangi bir şeyi O’na benzetmeyi de engellemektedir. O nedenle her ne ki akla gelir o, O değildir. Bu ifade her boyutta “Allah” ile “şey” arasında en ufak bir temsiliyetin olmayacağı anlamına gelmektedir. Bu yüzden Allah'ın zatını düşünmek şirktir. Kurân O’nun ne olduğu ile değil, ne olmadığı ile ilgilenir. Zira ne olduğunu düşünmek bile aklın kilitlerini ve sınırlarını aşan bir mahiyettedir. Ziya Paşa’nın dediği gibi "İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez, zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez."

 

Tek başına bu ifade “Allah’ın misli gibi olan herhangi bir şey yoktur.” şeklindedir ki aslına bakarsanız bu ifadede Allah’ın ne olduğu değil, ne olmadığı anlatılır. Ayetin bağlamı da Allah’ın ne olduğu ile değil ne olmadığıyla ilgilidir. O yüzden kelime-i tevhit “la” ile başlar. Zira “la’nın” hakkını veremeyen “illallah” diyemez. Allah’ın mislini düşünmek onu şahıslaştırmak olur ki müşriklerin en büyük hatası budur. Bu yüzden müşrikler Allah’ın ortağı olduğuna inanmışlardır. Onun -hâşâ- evlat edindiğini savunup aracılardan medet ummuşlardır. Nahl 74’te “Artık onları Allah’ın emsali tutmayın!” şeklinde uyarı yine ne olmadığıyla ilgilidir. Allah’ın ne olduğu mutlak gayptır. Bu insan idrakine vurulmuş bir kilittir.

 

12- Göklerin ve yerin kilitleri O’nundur. Dilediğinin rızkını genişletir ve takdir eder. Muhakkak ki O, her şeyi bilendir.

 

Mekalîd ile aynı kökten gelen “ıklid” ismi Türkçeye geçip “kilit” şeklini almıştır. Bu tespite göre, ayetteki “mekalîd”, kilitler anlamına gelir. Her ne kadar anahtar ve kilit aynı manalarda birbiri yerine kullanılsa da anahtar başka, kilit başkadır. Âlemlerin Rabbinin anahtara ihtiyacı yoktur. O nedenle “…anahtarları onun elindedir.” değil “…kilitleri onundur.” daha doğru bir mealdir. Kilit ile engeli koyan O’dur manasındadır. O’nun bilinen fizik ve mantık kuralları üstünde hem evvel/ilk hem ahir/son olması hem zahir/dış hem aynı anda bâtın/iç olması insan idraki için bir kilittir. Âlemlerin Rabbi kurduğu sistemi, düzeni de bazı yasalarla/kilitlerle korur. Her doğanın ölmesi ve ölenin tekrar dünyaya dönememesi anlamındaki berzah aslında aşılamaz bir kilittir. Ebedi bir ömrün kimseye verilmemiş olması bir kilittir. Geçmişe dönmek ve geleceği bilmek bir kilittir. Enerjiye muhtaçlık bir kilittir, bu kilidin anahtarı rızıktır. Gökler ve yer dediğimiz fiziki âlem varlığını değişmez ve bozulmaz yasalara borçludur. Bu kilitli yapı olmasa veya çözülmeye müsait olsa hayat devam edemezdi.  Aciz insanın her şeyi görememesi, duymaması bu yüzden bilememesi bir kilittir. Muhakkak ki O, her şeyi işiten, gören ve bilendir. Bu yüzden göklerin ve yerin kilitleri O’nundur.

 

13- Dinde, Nuh’a vasiyet ettiğini İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da vasiyet etti. “Dini ikame edin ve onda fırkalara ayrılmayın!” diye sana da vahyederek size şeriat kıldı. Onları davet ettiğin şey müşriklere büyük geldi. Allah, dilediğini seçer ve O’na yöneleni hidayete erdirir.

 

Şeraa; yol açtı, yolu açık ve dümdüz yaptı manasına gelir. Bu fiilin mastarı “şer'a”, açık ve dümdüz yola verilin isimdir. Bu mastar, “şer'a” şeklinde söylendiği gibi, “şir'a, şeri'a veya şeriat” şeklinde de söylenebilir.

 

Şeriat hükümlerini gönderene ve ortaya koyana “şâri”, şeriat koymaya da “teşri” denir. Türkçede günlük konuşmalarda kullanılan “meşru” kelimesi, şeriata, kanuna ve olması gerekene uygun olan demektir. Bugünkü Arapçada büyük caddelere “şâria” denilmektedir. Geniş yoldaki şerit çizgilerini şeriat belirler. Herkes bu belirlenmiş şeritlerde ilerlemelidir. Bu çizgiler Hz. Nuh’tan beri aynıdır. Zira hem Kurân hem de Tevrat, Nuh yasalarına işaret etmektedir. Böylece bütün peygamberlerin sundukları mesajın temelde bir olduğuna, zamanın derinliklerine kök salmış olan dinin ortak kökenine değinilmiştir. Bu ayet, Muhammedi davetin “yeni bir şey” olmadığına dair muhatabı ikna yolunu hedeflemiştir.

 

Ayette dört peygamberin isminin zikredilmesi dikkat çekicidir. Bu resullerin yolu birdir ancak yaşadıkları dönemin şartlarına göre takip ettikleri şeritler, farklılıklar gösterebilmiştir. Görülen o ki, zikredilen bu elçilerin bu küçük farkları zamanla büyütülmüş ve her birinin şeridi farklı istikametlere giden dinlere dönüşmüştür. “Bu dini İbrahim, kendi oğullarına vasiyet etti, Yakup da…” (Bakara: 132). Bu manada resuller ikiye ayrılır: Birincisi Allah’tan aldıkları vahiyle şeriat belirleyenler, diğeri mevcut şeritleri takip edenlerdir.

 

Allah kendisine yönelenleri seçip hidayete erdirendir. Zira buradaki seçme ifadesi “içtiba”dır. Kurân’da “istifâ” ve “ihtiyâr”dan farklı olarak içtiba, “bir şeyi uygun hâle getirmek ve saflaştırmak için seçmek” manasındadır. Kurân’da yasak ağaca yaklaşan Hz. Âdem ve kavmini terk eden Hz. Yunus için aynı kelime kullanılmıştır. Dönüş ve yöneliş anlamındaki “yunîb” kelimesinin de seçilenlerin hatada ısrar etmeyenler olduğunu anlatmak için kullanılan en uygun kelime olduğu görülmektedir. Zira inabe, Allah’a tevbe ve samimi amelle dönüş yapmak demektir.  Bu kelime Kurân’da Hz. Davut ve sorgulayıp hakka yönelen Hz. İbrahim için de geçer (Sâd: 24, Hûd: 75).

Ayetteki “kebur” büyük manasındadır. Allah Resulü’nün getirdiği Kurân, cahiliye müşriklerine birkaç gömlek büyük gelmiştir. Zira sorumsuzluğa alışan biri için disiplin; kanunları çiğneyen mücrimlerin gözlerinde kurallar, büyüdükçe büyür. Kurân’ın emirlerini gözlerinde büyütenler hakkaniyet, tevazu, adalet, dürüstlük, fedakârlık, iyilik, merhamet, tevhit ve vahdetten çok uzaklaşmış olanlardır.

 

Din denen hayat tarzında tefrikaya engel olmak, onu ikame etmektir. “Dini ikame edin ve onda fırkalara ayrılmayın.” emri bu kitaba sözde iman edenler tarafından bile fiilen kolayca göz ardı edilen bir emirdir. Kaim olan din, insanları bölen değil birleştiren dindir. Ümmeti kıyam ettiren, tefrika değil vahdettir. Tefrikaya sebep olan her yorum fıtri değil beşeridir ve her ne kadar adı tevhit de olsa şirk zihniyetidir. Tefrika bir toplumun sonunu getirir. Kurân bu sona “ecelimüsemma” demektedir.

 

14- Kendilerine ilim geldikten sonra haddi aşanlardan başkası tefrikaya düşmedi. Eğer Rabbinden belirlenmiş bir ecel kelimesi olmasaydı mutlaka onların arasında karar verilirdi. Muhakkak ki onlardan sonra kitaba varis olanlar, gerçekten onda muğlak bir ikilem içindedirler.

 

Gelen ilim, vahiydir. Haddi aşanları uyaran, onların yaşantılarına uymayan ayetlerden dolayı müşrikler tefrika çıkarmıştır. Hadsizlerin en büyük zaafı ne bilmediklerini bilmemeleridir. Bu durumu bilen muvahhitler onlar gibi tefrika yanlısı, ötekileştirişi değil birleştirici bir üslup takınmalıdır. Şûrâ 10’da “Allah’ın astında veli edinenlerin hükmü sadece Allah’a aittir.” ifadesi, müşrikler hakkında hüküm verici olmamayı emretmişti. Burada ve devam eden ayetlerde emrin gerekçesi izah edilmektedir. O gerekçe ve amaç, tefrika meraklısı müşriklere benzememektir. Allah Resulü “Müşriklere benzemeyin.” derken bu Kurân’i emirleri referans almaktaydı. Ancak onun ümmeti zaman içinde bu zihniyet farkını maalesef bıyık ve sakal boyu gibi şekilsel açıdan anlayıp kılık kıyafete indirgemiştir. Dolayısıyla sadece kılık kıyafeti farklı ama onlar gibi yaşayan bir dindar tip oluşmuştur.

 

Bazı müfessirler kitaba varis olanlardan kastın “Yahudi ve Hristiyanlar” olduğunu anlamıştır. Burada Mekkeli müşriklerden ziyade kendilerine kitap verilenlerin beklenen resulü kendi oğulları gibi tanıyıp bilmelerine rağmen menfaatleri ile hakikat arasında kaldıkları haber verilir. Bu hâli ayet “muğlak bir ikilem” olarak tarif eder. Burada "onlardan sonra" ifadesi ise 13. ayette ismen zikredilen peygamberlerden sonraki tahrif sürecine bir atıftır.

 

Hakikati kendi emekleriyle değil de anne babasından hazır bulan mirasyediler, sorgulanmamış ve taklidi bir imana varis olurlar. Bu hâl, zamanla oluşan dindeki bozulmaları görmeye manidir. Bozulan din, günü kurtarsa da gelecek nesiller için birer soruna dönüşür. Kolaycılığın oluşturduğu peşin kabuller hayat ile inanç arasındaki uçurumu her geçen gün biraz daha açar. Muhatap ya yaşayamadığı değerleri savunacak ya da savunduğu değerlerin ilahi değil beşeri olduğunu kabullenip bu muğlak ikilemden kurtulacaktır.

 

15- İşte bu yüzden, artık onları davet et. Ve emrolunduğun gibi istikamet üzere ol. Ve onların hevalarına tâbi olma. Ve onlara de ki: “Allah’ın kitaptan indirdiği şeye iman ettim. Ve sizin aranızda adaletli olmakla emrolundum. Allah, sizin de bizim de Rabbimizdir. Bizim amelimiz bize, sizin ameliniz sizedir. Sizinle bizim aramızda bir hüccet yoktur. Allah, bizi bir arada cem eder. Ve varış yeri O’nadır.”

 

En güzel davet emrolunduğu gibi dosdoğru olup adil olmakla yapılır. Bu dünyada bir araya gelmek istemeyenler mahşerde mecburen cem olacaktır. Zira yol O’ndan O’nadır (Bakara: 156). İnsanları birbirinden ayıran tek unsur ortaya koydukları amelleridir. “Bizim amelimiz bize, sizin ameliniz sizedir.” beyanı herkesin kendi yapıp ettiklerinden sorumlu tutulması gerektiğini ifade eder. Kimse seçmedikleri üzerinden ötekileştirilemez.

 

Ayette geçen ve “delil” diye tercüme edilen “hüccet” kelimesi “fiziki kanıt, belge, somut delil” manasına gelir. Yine delil diye çevrilen “burhan” kelimesi ise “daha soyut, akli delil ve felsefi argümanlar” anlamındadır. Bakara 111’de fiziki olarak değil de akli delillerle desteklenmesi istenen bir konu hakkında “burhan” istenirken burada “Sizin ile bizim aramızda maddi/somut bir delil/kanıt yoktur.” denmiştir. Bu ifade imanın gayba olmasından dolayıdır. Somut delil ancak müşahede ile olur. Ancak iman özü itibariyle müşahede alanının dışında gaybi bir meseledir. Hüccet yoktur ama burhan vardır. O burhan, inanılan dinin insanı istikamet üzere ve adil yapıp yapmadığıdır.

 

Hevada adalet değil, keyfiyet vardır. O yüzden onların hevalarına tâbi olunmaması gerektiği emri gelmiştir. Allah’ın kitapta indirdiği adalettir, insanlar arasında kültürel veya etnik herhangi bir ayrım gözetmemektir. Çünkü Allah herkesin Rabbidir. Bu yüzden O’nu ve indirdiği dini kimse tekeline alma iddiasında olamaz. Dinin sahibi gibi davranmak tefrika sebebidir. Eğer yaratanımız ve atamız birse bu tefrika neden? Şairin dediği gibi “Allah birdir Peygamber Hak/ Rabbül âlemindir mutlak/ Senlik benlik nedir bırak/ Söyleyim geldi sırası/ Cümle canlı hep topraktan/ Var olmuştur emir Haktan/ Rahmet dile sen Allah’tan/ Tükenmez rahmet deryası/ Veysel sapma sağa sola/Sen Allah’tan birlik dile/İkilikten gelir bela/Dava insanlık davası (Âşık Veysel Şatıroğlu)

 

16- Ve onun davetine icabet edildikten sonra Allah hakkında hüccet arayanların hüccetleri, Rablerinin katında geçersizdir. Onların üzerinde bir gazap ve şiddetli azap vardır.

 

Allah’ın zatını somut olarak kanıtlamak mümkün olmadığı için Allah hakkında hüccet arayanların hüccetleri de geçersizdir. Allah’ı fiziken ispatlama girişimi imanın özüne aykırı olduğu için tefrikaya sebep olur.

 

Allah’a davet onun esmasına davettir. Bu evrensel değerlere ve bir önceki ayette olduğu gibi adalete davet ilk etapta kimsenin karşı çıkamayacağı fıtri değerlerdir. Ancak davete icabet edenlerin menfaatleri adalet ve hakkaniyet ile çakışırsa somut delil isteyenlerin maneviyatı zayıflar ve maddiyatları ağır basar. Kuralları esnetmeye ve ilkelerden sapmaya meylederler. Allah hakkında hüccet aramak, fıtri ve evrensel değerlerin aslında topluma pek de faydası olmadığını savunmaktır. Daha kârlı, zevkli veya lezzetli gibi argümanlarla daha hayırlı, sağlıklı ve doğru olanları geçersiz kılmaya çalışırlar. Bunların Rabbin katında değersiz olması insanlar nazarında itibar görmesine atıftır. Onların üzerindeki gazap gelecek zaman değildir. Zira adalet ve hakkaniyeti bir kenara bırakıp menfaatlerini savunanları kimse sevmez. Sürekli öfke ve nefret, bu çıkarcıların üzerinde toplanır. Bu hâl üzere tevbe etmeden yani iyiye yönelmeden ölenleri bekleyen de şedit bir azap” olan cehennemdir.

 

17- Allah, kitabı ve mizanı hak ile indirdi. Ve senin idrakini aşan o saat belki de çok yakındır.

 

Ayette konu edilen “kitap”, Kurân ve diğer peygamberlere in­dirilmiş bütün vahiylerin genel adıdır (Arâf: 52,Yûnus: 1,Hûd: 1, Yûsuf: 1, Lokman: 2, Zuhrûf: 2, Zümer: 1-23) Rahman hem varlığa, levhimahfuzla bir denge belirlemiş hem de gönderdiği kitaplarla insana bir mizan belirlemiştir. İnen kitap, beşere insan olmayı öğretmiştir (Rahmân: 2-3). Bu ayet kitap ve mizanın hak ile inmesinden bahsetmektedir. Hak ile inmek, kitabi düzenin bir anlam ve amacı olduğunu hatırlatmak içindir. Zira hak; anlamsız, amaçsız ve faydasız olma manasındaki bâtılın tersidir.

 

İnzal, “n-z-l” kökündendir. Bir şeyin yukarıdan düşmesi ve inmesidir. Bu inişte herhangi bir çaba ve emek sarf edilmez. Zira yer çekim kuvveti yukarıdan atılanın kolayca düşmesini sağlar. Resullerin ve diğer insanların indirilen kitabın iniş sürecinde herhangi bir dahli ve gayreti yoktur. Bu kesbi değil vehbidir. Mizan da öyle... Yani kitap da mizan da Allah’ın birer lütfu ve ihsanıdır.

 

Mizan terazi demektir. Her türlü hassas ölçü ve adalet anlamında kullanılır. Buradaki mizan/terazi kitap ile birlikte zikredildiği için ve bir lütuf olarak indirildiği için bizce bu terazi insana doğuştan verilen akıl terazisidir. Doğru ile eğriyi, hak ile bâtılı, değerli ile değersizi vs. birbirinden ayıracak muhakeme gücü olan manevi tartıya mizan denmiştir. Aklın mizanı şaşmazsa tartı doğru tartar. Manevi olan terazi hassas ise maddi olan da hassas olur. Akıl ve vicdan mizanı adaletli ise orada evrensel değerlere karşı hüccet aranmaz. Senlik benlikle tefrika çıkmaz. Hevaya tâbi olunup emrolunan istikametten sapmalar olmaz. İdraki aşan konularda kesin hükümler verilmez. İçteki mizan kitaba göre kalibre edilirse ahiretteki mizanda yüzler güler.

 

18- Ona inanmayanlar aceleci, inananlar ise müşfiktir. Ve onun hak olduğunu bilirler. Muhakkak ki o saat hakkında tereddüt edenler, gerçekten uzak bir dalâlet içinde değil mi?

 

Acelecilik ve acil olanı sevmek, dünyayı istemektir (İnsan: 27). Dünyayı, maddi ve acil olanı isteyenler sabırsız ve maneviyatı zayıf insanlardır. O saat ve arkasından gelecek olan hesap günü hakkındaki tereddütler her zaman insanı mizandan uzaklaştırır. Bu uzaklık kişiyi, acele ederek ve hırsla dünyadan daha fazla haz almaya yaklaştırır. Bu hakkaniyetsiz yarışta kim kime çelme takar, kim kimin omzuna basıp ilerlerse o daha fazlasını elde edecektir.

 

Müşfik, şefkat eden kimse demektir. Şefkat gösteren kişi şefkat gösterdiğini sever ve onun başına gelecek şeylerden de endişe duyar (Müfredat). Gerçek müminler Rabblerine duydukları haşyetten/derin saygıdan dolayı onun esmasını tecelli ettirmek için titiz, duyarlı ve onun rızasını kaybetme ve günah konusunda son derece hassastırlar. İşte haşyetin oluşturduğu müşfik duruş böyle bir şuurun meyvesidir. Bu kişiler çevrelerine karşı şefkatli, empati yetenekleri yüksek ve duyarlı insanlardır. Hesap günü gerçeği ile yüzleşenler daha müşfik ve mutedil olurlar. Zira onların kaçırdıkları bir dünya treni yoktur. Onlar sabırlı bir çiftçi gibi emeklerinin karşılığını alacakları hasat gününü beklerler. Bu sükûnet hâli ve istikamet üzere olma bile aslında son saatten önce lütfedilen kazanımlardır.

 

Aceleci olan dünya yazını doya daya yaşayan ağustos böceği iken, müşfik olan ölüm kışına hazırlık yapan karınca misalidir.

 

19- Allah, kullarına Latif’tir. Dilediğini rızıklandırır. Ve O, Kaviyy’dir, Aziz’dir.  

 

El-Latif; nezaketle lütfeden, lütfunda latif olan, lütfunu zarafetle yapan demektir. El-Kavi; çok kuvvetli, mutlak güç sahibi demektir. El-Aziz; sonsuz şeref kaynağı, izzeti yüksek, gücü mükemmel olan demektir.

Allah’ın lütfu, kullarında kuvvetli bir izzet olarak kendini gösterip tecelli eder.

 

Allah müşfik kullarına, hesap günü şuuru ile doğru ölçüp tartanlara, istikamet üzere olanlara, tefrika değil toplumun birliği ve düzeni için çalışanlara latiftir. Allah’ın dilemesi hâşâ rastlantısal veya keyfi değildir. Zira Allah, her şeye gücü yetiyor oluşunu bir kadere/ölçüye bağladığı gibi (Ahkâf: 33) dilemesini de bir kadere/ölçüye bağlamıştır. Buradaki “Dilediğini rızıklandırır.” ifadesinde Allah’ın kimi dilediği, bunun şartları bir sonraki ayette izah edilecektir.

 

İndirilen kitaptaki ilkelere ve emirlere uyanlar, emrolundukları gibi dosdoğru ve adaletli olanlar, tefrikalara mahal vermeyenler, hayatı acele ile tüketerek değil Rabblerine duydukları haşyetle hayatı çoğaltanlara güçlü bir izzet lütfedilir. Çünkü Latif olan Allah, Kaviyy ve Aziz’dir.

 

20- Kim ahiret hasadını irade ederse biz ona artırırız. Kim de dünya hasadını irade ederse ona veririz. Ve onun ahirette nasibi yoktur.

 

Hars kelimesi sözlükte "tarlayı sürmek, toprağı işleyip tohum atmak, ekilmiş tarla, ondan elde edilen mahsul, hasılat" gibi manalara gelir. Hars, ekim ve ekin işini yapmaya da denir. Osmanlı’da 19. yüzyılın sonunda bu kelime "kültür" yerine "Milli Harsımız" tabiri kullanılmıştır. Kültür kelimesinin karşılığı olarak insan yetiştirme işine de "hars" denilmiştir.

 

Ayette, dünyada yapılan iyilikler birer tohuma benzetilmiştir. Ekilen tohumlar sabırla sulanır ve ayrık otları temizlenirse oradan bir hayat fışkırır. Çevresindekilere de rızık olan bu lütfu değil de aceleye getirip bencilce imkânları tüketenlerin gelecekten bir nasibinin olmayacağı ilahi bir yasa/sünnet olarak ortaya konmuştur. Günü kurtarma derdinde olan çekirgenin, kıştan bir nasibi yoktur.

 

21- Yoksa Allah’ın, dinde izin vermediklerini onlara şeriat kılan ortakları mı var? Ve fasıl kelimesi geçmemiş olsaydı mutlaka onların arasında hüküm verilirdi. Ve muhakkak ki zalimler için elim azap vardır.

 

Ayette Allah’a ortak koşmanın somut zararlarından bahsedilmiştir. Şirkin zulüm olma sebebi din denilen borçluluk bilincinde, sözde ortakların şeriat belirlemesidir. Bu şeriatler genelde uyduranların menfaatlerine hizmet edecek şeklinde tahrif edilir. Allah’ın dinde izin vermediği bâtıl, anlamsız ve amaçsız olan ritüeller; insanı kula, nesneye ve nefsine köle eden dini yorumlar; kötülüklere, suça ve haramlara yaklaştıran günahlardır. Bunları dayatan hiçbir sisteme, ideolojiye ve teoriye sorgusuz ve sualsiz bağlanılmaz/teslim olunmaz. Çünkü kimse kimseye bir haramı dayatamaz; inanmadığı bir yaşam tarzına zorlayamaz.

 

Fasıl kelimesi imtihan süresidir. İmtihan bitene kadar kesin hüküm tehir edilmiştir. Tehir edilmesi, unutulması anlamına gelmez. Zira “Muhakkak ki zalimler için elim bir azap vardır.” Neden elim azap vardır? Bunun gerekçesi de bir sonraki ayette izah edilecektir.

 

22- Zalimlerin, kesp ettiklerine karşı müşfik olduklarını görürsün. Ve o vuku bulacaktır. Ve inanan ve salih amel işleyenler, cennet bahçelerindedirler. Onlar için Rabblerinin katında diledikleri şey vardır. İşte bu büyük fazldır.

 

Arapça “ş-f-k” kökünden gelen “müşfik”, “şefkat gösteren, şefkatli” sözcüğünden gelir (Nişanyan). Çünkü şefkat gösteren kişi şefkat gösterdiğini sever ve onun başına gelecek şeylerden de endişe duyar (Rağıb). Müşfik olma, sevgiden onun üzerine titremedir. Bu hassasiyet olumlu olabildiği gibi olumsuz da olur. Burada belirleyici olan üzerine titrenilen şeyin ne olduğudur. Müminler ahirete ve hesap gününe imanlarından dolayı müşfik iken (Şûrâ: 18), zalimler kesp edip bir nevi zulümle ele geçirdiklerine karşı müşfiktirler. Züllümle elde ettikleri mallarını kimse almasın diye onların üzerine titrerler. Cennetlikler Rabbin rızasını kaybetmekten endişe duyar, zalimler kazandıkları güç, servet ve saltanatı kaybetmekten endişe eder.

 

Ravdah; suyun biriktirildiği yer, yeşillik ve insanı mutlu ve huzurlu kılan mekân ve bahçeler demektir. Araplar da bitkisi ve suyu bulunan toprağa “ravda” derlerdi (Rûm: 15). Ravdât'il Cennât sulu bahçe demektir. Hem cennetin hem de ravzanın yan yana gelmesi inanan ve salih amel işleyenleri bekleyen Medine bahçelerine, huzur ve sevince bir atıf olabilir. Zira cümlenin devamı “Rabblerinin katında diledikleri vardır.” şeklinde ahiret hayatından bahsetmiştir.

 

23- İşte Allah’ın, inanan ve salih amel yapan kullarına müjdesi budur. De ki: “Ben, ona karşı yaklaştıran sevgiden başka ücret istemiyorum.” Ve kim bir güzellik yaparsa onun için güzellikleri artırırız. Muhakkak ki Allah, Ğafûr’dur, Şekûr’dur.

 

Kurbâ kelimesi mastardır. Daha çok hısımlarla olan sıcak yakınlık manasında kullanılır. Kelime yine Kurân’da müstakil bir kelime olan akraba şeklinde anlaşılmış ve “Sizden akrabamı sevmenizi istiyorum.” veya “Akrabanız olarak beni sevip desteklemenizi istiyorum.” şeklinde açıklanmıştır. Ben sizden yakın akrabalarımı ve ehlibeytimi sevmenizden başka herhangi bir ücret istemiyorum.” Bu grup içinde bazıları "akrabalar" kelimesiyle, "Abdülmuttaliboğullarının" kastedildiğini söylerken, bazıları da" Hz. Ali, Hz. Fatma ve oğulları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin'in" kastedildiğini iddia etmektedirler. Bu yorum Said b. Cübeyr ve Ömer b. Şuayb'dan rivayet edildiği gibi ayrıca İbn Abbas'a ve Ali b. Hüseyin'e de nispet olunmaktadır. Ancak bu ayetler indiğinde Hz. Ali ve Hz. Fatıma evli değildi ve doğal olarak henüz çocukları da yoktu. Aynı zamanda akraba zaten Kurân’da olan bir kelimedir (Bakara: 180-215).

 

Burada “akrabadan” değil “bir yakınlıktan” bahsedilmiştir. Bir grup müfessir bu ayetten Resulullah’ın Kureyşlilere, "Şayet benim sözlerimi dinlemiyorsanız, hiç olmazsa kabile hatırı için bana diğer Araplardan daha fazla düşmanlık göstermeyin." demek istediği şeklinde bir anlam çıkarmaktadır. İbn Abbas'ın, ayeti bu şekilde yorumladığı birçok raviden nakledilmiştir (İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, İbn Cerir, Taberânî, Beyhakî ve İbn Sad, Aynı yorumu Mücahid, İkrime, Katade, Suddi, Ebu Malik, Abdurrezzak b. Zeyd b. Eslem, Dahhak, Ata b. Dinar…).

 

Bu nedenle “Meveddeten fi’l-kurbâ” ifadesi bağlam bütünlüğü düşünüldüğünde “yaklaştıran/yaklaştırıcı sevgi ve muhabbet” şeklinde anlaşılması daha isabetli olacaktır. “Ben sizden size getirdiklerimin karşılığında (Allah için) birbirinizi sevmenizden ve O’na itaat ile yakınlaşmanızdan başka bir ücret istemiyorum.” Bu yorum Hasan Basri'den rivayet edilmiştir. Katâde'nin bir kavli, bu yorumu doğruladığı gibi, ayrıca Taberanî'nin de İbn Abbas'tan aynı doğrultuda bir rivayeti vardır. Nitekim Kurân'da hem müminlerin kardeş olduğu hem de Rabbin yakın olduğu bildirilir (Hucurât: 10, Bakara: 186). Konuyla ilgili bir ayet şöyle der: "De ki: ‘Ben sizden onun için bir ücret istemiyorum; sadece dileyen kimsenin Rabbine bir yol edinmesini istiyorum.’ ” (Furkân: 57)

 

Rabbine bir yol edinmek sıratımüstakimdir. Ayetlerin tebliğ amacı ücret değil, insanların birbirine yaklaşması ve Rabbe bir yol edinmeleridir. Allah tevhidi ve vahdaniyeti emretmiştir. Ayrılık ve tefrika müşriklerin arzusudur.  “Müminlerin arasına tefrika sokmak için…” der Tevbe 107. “Muhakkak ki şeytan, aralarını bozar. Muhakkak ki o, insana apaçık düşmandır.” (İsrâ: 53)

 

Bu durumda  “meveddeten fi’l-kurbâ/yaklaştıran sevgi” tefrika mikrobunun tek ilacıdır. Vahyin amacı insanların birbirini sevip saydığı uyumlu bir toplum inşa etmektir. Dinden geçinmek haramdır. Dolayısıyla Kurân öğretmek ve tebliğ edip ders vermek için de ücret beklenmez. Namaz kıldırmak veya diğer ibadetleri yaptırmak için de para alınmaz. Çünkü iyi bir insan olmak için maaş istenmez. Bunu yapanlar daha huzurlu bir ortamda yaşayarak dünyevi karşılıklarını zaten alırken, ahirette ise bu kesintisiz bir ecir olarak devam edecektir. “İşte onlar için kesintisiz ecir vardır.” (Tin: 6)

 

Ancak Kurân’ın birkaç gömlek büyük geldiği coğrafyalardaki ilkel zihinler, Kurân’ı “yaklaştıran bir meveddet” için değil “menfaat ve tefrika” için okumuştur. Rabbimizin vaadi açıktır. Güzellik yapan güzellik bulur. İnanarak salih ameller ile sulha hizmet eden ve toplumda düzeltici, faydalı işler yapanlar, yaklaştıran sevgi ile ödüllendirilir. Bu birlik ortamı, vahyin şükrü ve bağışlanma vesilesidir. Ayetin sonundaki iki esma buna atıftır. El-Ğafûr, günahların verdiği zarardan insanı koruyan iken; eş-Şekûr, az amele karşılığını çokça veren, teşekkür ihtimalini bile ödüllendiren demektir. Koruyan ve teşekkür eden bir Rabbimiz vardır. O’nun teşekkürüne nankörlükle cevap veren kullar olsa da Allah hakkı kendi kelimeleri ile tesis edip mutlaka nurunu/vahyini tamamlayacaktır (Saff: 8).

 

24- Yoksa yalanla "Allah’a karşı iftira mı attı?" diyorlar? Eğer Allah dilerse senin kalbini mühürler ve bâtılı siler, kendi kelimeleri ile hakkı yerleştirir. Muhakkak ki O, sinelerdekileri en iyi bilendir.

 

Resul, eğer Allah’a karşı iftira atıp “Bunlar Allah’tandır.” yalanı ile bir din oluştursa, Allah elçisinin kalbini mühürleyeceğini, böylece bâtıl olanların zamanla unutulup hafızalardan silineceğini burada vaad eder. Bu durum, Kurân’a batıl bir konunun eklenemeyeceği anlamına gelir (Fussilet: 42). Ekleme teşebbüslerinin de zaman içinde karşılık bulmayıp silineceği hatırlatılmıştır.

 

Mahv, yazının izini gidermek manasındadır. Nitekim “bir kimse yazının izini giderdiğinde, onu sildiğinde” denilir. (Fahreddin er-Râzî) Allah’ın dilediğini silmesi bir keyfiyet olarak anlaşılmamalıdır. Burada genel bir yasadan bahsedilir. Allah’ın indirdiği değişmez. Doğruların kadrini bilmeyerek hevâ ile onları kendi çıkarları için tahrif edenler, ehlikitap örneğinde de olduğu gibi zamanla kitaplarının aslından mahrum olurlar. Yani Allah, onların hükümlerini bu yasa sebebiyle silmiş ve belirsizleştirmiştir. “Biz bir ayeti nesheder veya unutturursak, yerine daha hayırlısını ya da mislini getiririz.” (Bakara: 106)

 

Kendi kelimeleri ile hakkı yerleştirmesi, fıtri olanın zamanla silinmeyeceğine dair yasayı hatırlatmaktadır. Bu ayet, muhatabın “Ya resul vahyi yanlış anlarsa?” şeklindeki sorulara da verilen net bir cevaptır. Nebi bâtılı kalbinden geçirse bile Allah, hakkı nebinin sözleriyle değil kendi kelimeleri ile ortaya koyacaktır. Zira o sinelerde ne varsa hepsini en ince detayına kadar bilendir.

 

25- Ve O, kullarının tövbelerini kabul eder ve kötülüklerini affeder. Ve yaptığınızı bilir.

 

Müfredat müellifi “t-v-b” kökünü “yaptım, kötü ettim, artık ondan geri döndüm/vazgeçtim” şeklinde açıklar.” Allah’a tevbe onun esmasına samimi bir dönüştür. O ulvi değerleri yaşatmak için dönenlerin Allah dönüşlerini/tövbelerini kabul edendir. Zira o et-Tevvab olandır.

 

Ayette geçen “afev” kelimesinin kökü “a-f-v”dir.  Bu kök Kurân’da 35 yerde geçer. Müfredat’ta “bir şeyi almayı kastetmek, yanındakini almak için ona yönelmek, rüzgârın evin izini silmeye yönelmesi, nemin onun izlerini silmesi” şeklinde açıklanmıştır. Af; günah ve kötülüklerin izlerinin silinmesi ve alınmasıdır.  Salih amellere yönelenlerin yani tevbe edenlerin zamanla yaptıkları hatalar unutulur. Zira onlar telafi için var güçleri ile çalışmaktadır. Kötülüklerden iyiliklere yönelenler yani tövbe edenlerin bu samimi dönüş ve telafi çabalarından dolayı onların yaptıkları kötülükler zamanla silinir/affedilir. İşte bu el-Mucip olanın icabetidir. Ve yaptığınızı bilir, yani yapılanlar affedilir ama unutulmaz.

 

26- Ve inanan ve salih amel yapanlara icabet eder. Ve onlara fazlından artırır. Ve kâfirler için şiddetli azap vardır.

 

Fazlından artırma, toplumun ıslahı ve birliği için ameller ortaya koyanların duydukları iç tatmin, huzur, maddi ve manevi kazanımlardır. Hakları örterek tefrika çıkaranları ise dünyada olduğu gibi ahirette de sadece azap beklemektedir.

 

27- Ve eğer Allah, yeryüzünde kullarına rızkı genişletseydi mutlaka azarlardı. Ve lakin O, dilediğini bir kaderle indirir. Muhakkak ki O, kullarından haberdardır, görendir.

 

Rızkın ölçülü/kaderle indirilme sebebi bu ayette ifade edilmiştir. O sebep de onların azmaması içindir. Rızka bir ölçü/kader konmasını şöyle anlayabiliriz: Tüm canlılara hayatta kalabilmeleri için farklı özellikler verilmiştir. Yırtıcıların avlanmaya uygun uzuvları varken, otçulların kendilerini savunacak güçleri, hızları ve tehlikeyi fark edebilecek sezgileri vardır. Bunlar zor durumlarda hayatta kalmayı sağlar. Eğer hayvan hiç zorlukla karşılaşmazsa onu diğer canlılardan ayıran bu meziyetleri zamanla körelecektir. İnsanoğlu da karşılaştığı zorluklar ve kıtlıklar sonucu bedeni ve zihni tekâmülünü gerçekleştirmiştir. Mütref yaşam bu süreci tersine çevirecektir. Dolayısıyla ayete göre rızkın bir ölçü ve miktara uygun verilmesi insanın azmasını önlemek içindir.

 

Konuya ilişkin şöyle bir deneyden bahsedebiliriz: Calhoun 1947’de Norveç sıçanları ile 28 ay sürecek olan bir deneye başlar. 930 m²’den oluşan bir dış alanda 5 dişi ile 5000 farenin üreyebileceğini öngören Calhoun, yaptığı deneyde grubun 200 düzeyinde kaldığını fark eder. Sonra deneyin şartlarını daha da iyileştirip avcı tehdidi duymayacakları çiftliğin 2. katında kapalı bir ortam oluşturur. Bol yiyecek ve içecekle adeta bir fare ütopyası oluşturur. Önce fare popülasyonu hızla artar ancak ardından azan fareler nüfus artışını durdurup grubun yok olmasına sebep oluyordu. Bu sonuç defalarca farklı farelerle yapılmasına rağmen hiç değişmiyordu. Nimetin bollaşması ve sınırsız imkânların olması farelerin olağandışı davranışlar sergilemesine sebep olmuştu. Kolonide ilk jenerasyon başta nüfus patlamasına sebep oluyor, ardından mütref yetişenler ilerlemeyi durdurup en sonunda ölüm süreci ile koloni yok oluyordu. Bolluğun oluşturduğu yeni jenerasyonda sosyalleşme çok azalıyordu. 315. günden sonra kalabalık toplumda kendilerine rol bulamayan erkek fareler amaçsızlaşmaya başlıyor, ne dişileri diğer erkeklerden koruyor ne de kendi alanlarını savunuyorlardı. Yaptıkları sadece ana alanda dolaşıp beslenmekti. Bu erkek fareler cinsiyet ya da yakınlık gözetmeksizin diğer farelere tecavüz edip saldırıyor ve şiddete maruz kalan diğer fareler ise karşılık vermekten bile aciz bir hâlde daha fazla şiddet ile karşılaşıyorlardı. Bu kanlı kavgaların sonu yamyamlığa dönüşüyordu. Dişi farelerde de saldırgan hareketler görülmeye başlıyor, kendi yavrularına saldırıp onları terk ediyorlardı. Artık nüfus artışı olmayıp bebek ölüm oranları %90’ın üzerine çıkmıştır.

 

Tüm bu karmaşa ve vahşetin içerisinde ilginç bir grup da oluşmuştur. Güzeller olarak adlandırılan bu nesil çiftleşme, kur yapma, çocuk yetiştirme gibi davranışları sergilememiştir. Gruptan soyut hâlde merkezden uzakta yaşıyor, kavgadan kaçan bencil grup bütün gün yemek yiyip, kendilerini temizleyip uyumaktan başka hiçbir şey yapmıyorlardı. Dıştan sağlıklı duran bu jenerasyon aslında son derece sapkın cinsel eğilimler sergiliyordu. Deneyin ilginç taraflarından biri de Calhoun’un bu çöküş evresinde, grupta güzeller olarak adlandırdığı fareleri deneyden ayırarak yeni bir ortama yerleştirmesine rağmen fareler ne yeni ortamı keşfe çıkmış ne de yeni bir koloni oluşturabilmiştir. Bulundukları garip ruhsal durumdan sıyrılamamışlar ve sonuçlar beklendiği gibi olmamıştır. Güzeller bu yeni ekosistemde de sosyal iletişime girmiyor, üremekten kaçınıyor ve doğum olmadan ölüp gidiyorlardı.

 

İşte bu deneydeki fareler gibi insanlığını yitiren beşer de artık sadece biraz daha zeki bir hayvandır. Hatta Furkan 44’te belirtildiği gibi sürüler şeklinde yaşayan hayvanlardan daha zararlı ve aşağılık olabilir. O yüzden azdıran zenginlikten de bezdiren fakirlikten de Allah’a sığınmak gerekir.

 

Allah’ın el-Habîr olması tüm canlılara yüklediği fıtrat ile onların hangi şartlarda neler yapacaklarından haberdar olmasıdır. El-Habîr çift yönlü bir esmadır. Hem haberdardır hem de haber verendir. Allah her şeyi bildiği için olacakları da önceden görüp haber vermektedir.

 

28- Ve karamsarlıktan sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayan O’dur. Ve O, Veli’dir, Hamid’dir.

 

Mahrumiyeti doğru okumak, onu bir rahmete dönüştürür. Mümin, karamsar olmayandır. Kânıtîn kelimesinin kökü “kânıta”dır. Genelde kelimeye “yeis/ümit kesmek” anlamı verilmiştir. Oysa kelime “ye’s” kelimesinden farklıdır. Zira kelime, Kurân’da altı ayette geçmektedir (Rûm: 36, Hicr: 55-56, Şûra: 28, Zümer: 53, Fussilet: 49) ve Fussilet 49'da “Eğer ona şer dokunursa artık karamsarlığa düşüp ümidini kaybeder.” “yeis” ile beraber kullanıldığı için mana bakımından “yeis”ten farklıdır.

 

Kişi önce karamsarlığa düşer, ardından ümidini kaybeder. Olaylara karamsar bakıp hep negatifi görenler, ümitlerini çok daha kolay yitirirler. Dibi gören insanlar için bile her zaman bir umudun olduğunu Kurân indirilen rahmet ile örneklendirmiştir. İşte bu zor zamanlarda bir arada olabilenler, sırt sırta verip birbirine veli olanlar, övgüleri hak ederler. İşte veliyyu’l-hamîd bu kişilerde ve toplumlarda tecelli eder. İnsan yaratılış amacına ve fıtratına uygun davrandıkça aslında Rabbine hamd eder. Her tür olumsuzlukta bile Allah’ı “el-Veli” bilen, ona hakkıyla hamd ediyor demektir. Mahrumiyetten mahrum kalan insan amacını yitirir. Kulluk amacını yitiren, ne Rabbine hakkıyla hamd eder ne de onu veli bilir. Amacını yitiren, kendisine bir amaç uydurur. O da, Allah dışındakileri aşırı övüp onlara sığınmaktır. Amacını yitirip kıblesi şaşanlara gereken O’nun ayetlerini/işaret ve alametlerini görebilmektir.

 

29- Ve gökleri ve yeri yaratması ve orada canlıları yayması, O’nun ayetlerindendir. Ve O, dilediği zaman onları toplamaya kadîrdir.

 

Ayette dabbe yani yerde debelenenlerin Allah’ın ayetlerinden olduğu ifade edilmiştir. Her ayet bir işarettir. İşaretin gösterdiğini görmek için dabbelerin yaşam şekillerini incelemek bize birçok kapıyı açmıştır.

 

Gökler ve yerin yaratılışı cansız ayetler iken hayvanlar âlemi canlı alamet ve işaretlerdendir. Gök değil de göklerde dabbelerin olması sadece havadaki kuşların değil, dünya dışı canlıların olduğuna dair bir işaret de olabilir. (Allahualem.) Allah’ın tüm canlıları toparlamaya kadir oluşu, bunun bir kural ve ölçü ile gerçekleşeceğini anlatır.

 

Kurân, varlığın bir bütün olarak görülmesini ister. Bu birlik, bir ölçü ve düzen ile işler. Bu kadere/ölçüye uygun hareket edilmezse birlikteki ahenk bozulur. Bozulan ahenk ve dağılmışlık, musibetlere karşı mukavemeti azaltır.

 

30- Ve size bir musibet isabet ederse işte o, kesp etiklerinizdendir. Ve çoğunu da affeder.

 

Ayette sana bir musibet isabet ederse değil, size bir musibet isabet ederse gibi çoğul bir kullanım vardır. Zira burada bireysel değil, sosyolojik bir vakıadan bahsedilmektedir. Konu hayvanlar deneyinde olduğu gibi tek bir farenin mutlu bir hâlde ölmesi veya zarar görmesinden ziyade o klanın hâlidir. Yapılan hatalar bireysel olarak affedilse de mutlaka topluma zarar verir.

 

Ayet, çok net bir ayrım yapmaktadır. O ayrım da isabet eden her musibetin insanın kendi tercihleri sonucu olmasıdır. Eğer savaş mağdurları varsa savaş meraklılarının menfaatleri yüzündendir. Eğer sakat doğumlar varsa nükleer tehdit, genetiği ile oynanmış gıdalar ile şirketlerin daha fazlasını kesp etme arzuları yüzündendir. Kimyasallaşmanın verdiği zararın sonucu bir musibet olarak karşımızdadır. Şu an hava kirliliği ve küresel ısınma musibeti isabet ettiyse bu tüketim çılgınlığının bir neticesidir. “Ve çoğunu da affeder.” ifadesi ise dünyanın kendini onarabilme fıtratıdır. Varlığın, doğal ve fıtri olana dönme eğilimine Kurân “Ve ekserisini de affeder.” demiştir. Ama bazen bozulma o kadar yüksek seviyede olmaktadır ki bu durum “çoğunu affetme” kapsamının dışında kalır ve bir musibete dönüşüp acizlere, mazlumlara, fakir ve fukaraya isabet eder. Sonuçta yapılan bireysel hataları toplum öder. “İnsanların elleriyle yaptıkları sebebiyle karada ve denizde bozulma zuhur etti. Böylece umulur ki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını onlara tattırdık.” Rum 41

 

31- Yeryüzünde aciz bırakacak değilsiniz. Ve sizin için Allah’ın astında bir Veli ve Nasir yoktur.

 

Allah’ın sosyolojik ve psikolojik değişmez yasalarını yeryüzünde aciz bırakacak, fizik kanunlarının üzerinde hiçbir birey ve toplum yoktur. Bu nedenle ilahi yardım, ancak onun sünneti çerçevesinde beklenebilir.

 

Nasîr, “na-sa-ra” fiilinden türetilmiş mübalağa ifade eden bir sıfat olup “yardımcı” demektir. Bir kimse birisine yardım ettiğinde “nasarahu” denir. Rabbimizin bir esması olan “en-Nasîr” yardım edip destekleyen, eşsiz ve benzersiz yardım ve destek sahibi olan demektir. Allah’ın yardımına ancak onun “el-Veli” olduğuna iman edip hakkıyla hamd edenler nail olabilir. Allah’ın astında/berisinde veli ve evliya inancı olanlar, üst değerleri bırakıp dünyevi basit hesapların peşine düşenler ilahi yardımdan mahrum kalırlar. Peki, Allah’ın yardımı nedir ve nasıl tecelli eder? En-Nasîr olan Allah’ın kullarına en büyük yardımı, indirdiği ilkeler ve gönderdiği örnek şahsiyetler olan resulleri iledir. Vahyin kılavuzluğuna tâbi olana Allah hem arkadaş ve yoldaş olur hem de ondan yardımını esirgemez. Dolayısıyla ilahi yardımın, onun varlığa koyduğu yasalar ve sünnet çerçevesinde olacağını bir mümin asla unutmamalıdır. Unutursa imanını bile kaybedeceği umutsuz bir sürece kendini savurabilir.

 

32- Ve denizde bayraklar gibi süzülen gemiler, O’nun ayetlerindendir.

 

A’lâm kelimesi bayrak ve alamet manasına gelir. Buradaki gemiler, yelkenli gemilerdir. Hareket rüzgâr enerjisi ile sağlanmaktadır. Bu geniş yelkenler uzaktan fark edilen bir alamet/işarettir. A’lam kelimesine cebel/dağ veya revasi manasını vermek hatalı olur. Zira burada gemilerin büyüklüğü değil, bir sonraki ayetin delaleti ile “gemilerin rüzgâr ile hareketi” konu edinmiştir.

 

Cevâri kelimesi cariye kelimesinin çoğuludur. El-cevârî, hareket edenin sıfatı olmasıdır. Meydanî’den nakledilene göre “el-câriyetu”, hareket eden gemi anlamındadır. Çünkü gemi, hareket etmek için yapılmıştır. Cari kelimesi Türkçemizde de kullanılır. Cari yürürlükte olan, yürüyen iken; cari hesap, para akışının olduğu ve takip edildiği hesaptır. Hepsinde bir cereyan, yani hareket söz konusudur.

 

Kurân’da cariye kelimesi hiçbir zaman kadın hizmetçi, köle anlamında kullanılmamıştır. Suyun üzerinde akıp giden gemilerin sıfatı olarak geçer. Ancak Kurân’dan sonra kelime anlam kaymasına uğrayarak cariyeye dönüşmüştür.

 

Memluke olan kadına, "el-câriyetu" denilmesinin sebebi hür kadın, oturmak ve evlilik için; cariye ise ihtiyaçları karşılaması, onun için hareket etmesi amacıyla edinilir (Râzî).

 

Nasıl ki Allah’ın suya koyduğu kaldırma kuvveti ve rüzgâr enerjisi ile o devasa gemiler suyun üzerinde akıp gidiyorsa mümin de Allah’ın koyduğu fizik yasalarına uygun adımlar atıp fiili duasını yaparsa ilahi yardımla ilerleyecektir. Önemli olan suyun üzerinde kalabilmektir.

 

Bu bakımdan gemi kalp, dünya denizdir. Su geminin içine girerse gemiyi batırır. Dışında olursa gemiyi yüzdürür (Celalettini Rumi). Belki gemi ve onun su üzerinde yüzmesindeki ayet, iman gemisini birlik beraberlikle bu imtihanlar denizinden sahili selamete ulaştırmaktır. (Allahualem) Bu itibarla mümin sadece rüzgâra güvenmez, o sakinleşse de küreğini yanına alandır.

 

33- Eğer O, dilerse rüzgâr sakinleşir. Böylece onun sırtında hareketsiz kalırlar. Muhakkak ki bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için mutlaka ayetler vardır.

 

Bu herkesin bildiği olayın bir ayet olduğundan bahsedilir. Ayet bir hakikati gösteren işarettir. İşarete takılan onunla neyin gösterildiğini asla göremez.

 

Bu ayeti okuyan bazı ateist gruplar “Artık rüzgâra ihtiyacımız yok, motorlu gemiler çıktı, haydi inandığınız ilah bizi denizin ortasında hareketsiz bıraksın da görelim.” şeklinde yüzeysel yorumlar yapmaktadır. İşte bu zihniyet burada ayetler olduğunu nedense hiç görmez. Peki, bu ayetin yani işaretin gösterdiği hakikati kim görebilir? Ancak ve ancak çok sabreden ve çok şükreden görebilir.

 

Burada bizce hem gemiler ile yapılan hicrete hem de birlik beraberliğe bir işaret vardır. Enfal: 46’da da “Allah’a ve O’nun resulüne itaat edin, niza etmeyin (çekişip tefrikaya düşmeyin), yoksa rüzgârınız gider. Sabredin. Muhakkak ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” şeklinde ifade edildiği gibi birlik olabilmek, ufak tefek kusurları büyütüp nizalaşarak değil sabır ile olur. Sabır ise ancak şükürle gelişir.

 

Şükreden elinde olmayanı değil olanı görendir. Bu teşekkür hâli insanı dünyevi hırslardan ve çekişmelerden korur, daha müsamahakâr kılar. Hicret öncesi birlikte koordineli bir şekilde hareket edecek olan müminlere gereken tam da böyle bir atmosferdir. Bu uyumu sağlayabilenler rüzgârı arkalarına alıp mücadeleye devam edebilir. Yoksa onları bekleyen imtihan denizinin ortasında rüzgârsız kalmaktır.

 

34- Veya kesp ettikleri ile onları uçuruma sürükler ve onların çoğunu da affeder.

 

Uçurum diye meal verdiğimiz “mevbika” kelimesi Kurân’da 2 yerde geçer. Biri bu ayet diğeri ise Kehf 52’dir. Kehf suresinde Allah’a ortak koşanların putları ile aralarındaki aşılmaz uzaklığı anlatmak için kullanılmıştır. Burada da konu yine Allah’ın astında veli ve yardımcı arayan müşrikler ve inançlarının, yaşam tarzlarının onları kurtuluşa değil yavaş yavaş uçuruma sürüklediğidir. “…çoğunu da affeder.” ifadesi yine 30. ayette olduğu gibi koyduğu yasalara uygun davrananın -müşrik de olsa- gemisini dünyada yürütebileceği hakikatidir. Ancak fiziki dünyada olan bu affın ahirette devamı yoktur.

 

35- Ve bilsinler ki,  ayetlerimizle cedelleşenler için sığınacak bir yer yoktur.

 

Mehis, mastar olarak “kurtuluş, kaçış”, ismimekân olarak “sığınak” anlamlarına gelir. Bir kimse, kaçmak istediği za­man bu kelime kullanılır. Bu kelimenin temelinde zorluk ve sıkıntı vardır (Kâf: 36, İbrahim: 21 Fussilet: 48).

 

Yucâdilûne/cedelleşmek; çekişmek, tartışmak, münâkaşa etmek demektir. Yoldaki tabelalar olan ayetler ile cedel, insanı varacağı yerden eder. Misale takılan öze ulaşamaz. Dünyada sünetullaha sığınan zalimler için ahirette sığınacak bir liman yoktur.

 

36- Öyle ki size verilen şey dünya hayatının metaıdır. Ve inananlar için, Allah’ın katında olan daha bâki ve hayırlıdır. Ve onlar ki, Rabblerine tevekkül ederler.

 

Allah’ın katında olan erdemler ve üst değerler iken, yeryüzünde hâkim olan geçici dünyevi çıkarlardır. Bu ayette Rabbe tevekkülün geçici olan değil, baki ve hayırlı olana dayanmak olduğu da izah edilmiştir. Dünya emanetini mülkiyet gören, ne Rabbine hakkıyla hamd eder ne de şükreder. Sürekli daha fazlasıyla hayatını heba eder. Şimdi Rabbe nasıl tevekkül edileceği öğretilecektir.

 

37- Ve onlar, büyük ihmallerden ve hayasızlıklardan kaçınırlar. Ve öfkelendikleri şeyden korunurlar.

 

Kurân’da “günah” kavramını ifade eden “ism, zenb, vizr, cünah, fuhş, zulüm, israf, tuğyan, fücur, münker, seyyie ve cenef” gibi pek çok kelime vardır. Ayette hem genellikle günah diye çevrilen “ism” hem de “fevâhiş” kelimeleri yan yana gelir. Eğer “ism” kelimesine günah dersek bu fahşa, fuhuş ve fahişeyi de kapsayacaktır. O zaman günah ve fuhuştan demeye gerek kalmayacaktır. Sadece “Günahlardan çekinirler.” denmesi yeterli olacaktır. Bu nedenle ayetteki “ism” kelimesine günah gibi genel bir mana verilmesi bizce doğru değildir. Kaldı ki günahın büyüğünden geri durup küçük günahlardan kaçınmama durumu da söz konusu olmaz. Zira gerçek mümin günahın büyüğünden de küçüğünden de elinden geldiği kadarıyla sakınan kişidir. Bilir ki küçük diye gördüğü her günah zamanla büyüyecektir. Yahyalılı Hacı Hasan Efendi’nin dediği gibiAz nimeti az sanma, kimden geliyor ona bak! Az günahı az sanma, kime karşı ona bak!”

 

O zaman buradaki  “kebâire el ismi” kalıbındaki ism; kişiyi sevaptan geri bırakan, hayırdan alıkoyan ihmallerin adıdır. Kelimenin yavaş yürüyüp geç kalma anlamı da vardır (Müfredat).  Kelime, koşabildiği hâlde kasten koşmayan dişi deve demek olan “asimeh”den gelmektedir. Yavrusunu yırtıcılardan uzaklaştırmayan anne hem onu hem de kendisini tehlikeye atacaktır.

 

Cennet, sıratımustakimde ilerleyenlerin ödülü iken, cehennem yolda kalmaktır. Bu nedenle “ism”,  her tür hayırdan ve güzelliklerden geri durma ve iyiliği ihmal etme anlamında günahın bir sıfatıdır. Kebair ise bu ihmallerin çok önemli ve büyük konularda bile yapıldığını gösterir. Tevhidi ihmal eden şirke düşer, adaleti önemsemeyen hakka girer, dürüstlüğe değer vermeyen yalan söyler, sadakati ihmal eden ihanet eder.  Bu nedenle rıza-i ilahiyi önemsemeyen o boşluğu nefsani isteklerle doldurur. İlahı hevası olur. (Furkan:43)

 

Fevâhiş; çirkin iş, yüz kızartıcı söz veya davranış, olması gereken, sınırı aşmak, söz ve cevapta taşkınlık etmek anlamına gelen fahşa kelimesinin çoğuludur. Fuhş,  fahşa ve fahişe kelimelerini Rağıb "son derece çirkin söz ve fiiller" olarak tanımlamıştır. Fiyatların fahiş olması, normalin çok üstünde olması manasında Türkçemizde de kullanılır. Ancak Kurân’da cinsel aşırılıklar ve gayrı meşru ilişkiler bağlamında kullanılmıştır.

 

Nitekim Kurân zinaya yaklaşmaya bile “fahişeten” der (İsrâ: 32, Araf: 28). Gayrı meşru ilişki (Yusuf: 24), Lut kavminin yaptığı işler (Neml: 54, Araf: 80), şeytani duygu ve düşüncelere uyma (Bakara: 169, 268), kadınların fuhşa zorlanması (Nisa: 15), üvey anne ile nikâhlanma (Nisa: 22), ahlâksızlık ve edepsizlikleri insanlar içinde yayma (Nur: 19), iddet süresini beklemeyen kadın (Talak: 1) için de kullanılmıştır.

 

Görüldüğü gibi “f-h-ş” genelde söz veya fiilde yapılan her tür hayâsızlık ve edebe aykırı, gayri ahlâki ilişkiler anlamında Kurân’da 24 ayette geçmektedir. O zaman ayetin ilk kısmı hayır ve iyiliklerden geri kalmak iken, ikinci kısım hevaya uyup her tür aşırılığa yaklaşmak anlamına gelmektedir. Ahlâkı önemsememek kişiyi fahşaya yaklaştırır. Onlar hem doğru ve ahlâki olanı yapmaktan geri durmazlar hem de helâlin dışında kalanlara tenezzül etmezler. Bu kişiler sorumluluk sahibi ve ahlâklı şahsiyetlerdir.

 

“Öfkelendiklerinde bağışlarlar.” ifadesi insan fıtratına pek uygun değildir. Kamil insan öfkesini bir şekilde yutup onu dizginleyebilir (Âli İmran: 134). Ancak bağışlama ve affetme muhatabın telafi gayretine bağlıdır ve zamana muhtaçtır. Yaptığı kabahatten ötürü hiçbir pişmanlık duymayan ve özür yolunu tutmamış birini affetmek zillettir.

 

Burada “ġadibû hum yaġfirûn” ifadesi gazap ve öfke hâlinde “affetmeyi değil, mağfiret etmeyi” anlatır. Mağfiretin kökü olan “ğ-f-r” Müfredat’ta “Bir şeye, onu kirden koruyacak elbise giydirmektir.” biçiminde açıklanır.  Askerin başını koruyan başlığa da bu yüzden miğfer denir. Bu nedenle “Allah’ın kulunu azaptan korumasına” mağfiret denmiştir. İyiliği ve hayrı ihmal etmemek de fuhuştan geri durmak da duyguları kontrolle mümkündür. Kişinin öfke hâlinde aklıselimi koruması, kendini üzecek her tür hâlden, duygudan ve ilişkiden korumasına bağlıdır. İnsanın kalitesi öfke anında belli olur.

 

38- Ve onlar, Rabblerine icabet ederler ve namazı kılarlar. Ve onların emirleri aralarında şura iledir. Ve onlar rızıklandırdığımızdan infâk ederler.

 

Şûrâ kelimesi “şe-ve-ra” kökünden türemiştir. Bu kök, bal kovanından balı bir araç vasıtasıyla çıkarma ve (şevru’l-‘asel) “petek” anlamında (el-meşar) arıların işbirliği ve dayanışmasını ifade eder (Lisân ve Tâc). Bir hayvanın pazarda işin ehli tarafından yürütülmesi ve koşturulması suretiyle ona ait iyi ve kötü yönlerinin ortaya çıkmasını sağlamak da yine bu kökten kelimeler ile ifade edilmiştir. Bu anlamların ortak yönü, doğru ve ehil olanlar ile gizli, değerli ve güzel olanın ortaya çıkmasını sağlamaktır. Şura, işteşlik yapısıyla karşılıklı fikir almayı anlatır. Dolayısıyla şura; müşavere, meşveret, danışma ve fikir alışverişi yapmak demektir.

 

Mekke’de Kurân öncesi dönemde de şura ilkesi vardı. İnsanlar, sorunlarını “Dâru'n-Nedve” denilen mecliste istişare ile çözerlerdi. Kurân’da (Neml: 29-35, 38-40) Hz. Süleyman ve Sebe melikesinin “şura meclisinden” bahseder. Yine Kurân’dan Arâf, Hûd, Yûsuf,  Müminûn, Şuarâ, Kassas surelerinde  Hz. Yusuf ve Musa dönemlerindeki firavunların, Şuayb peygamber döneminde Medyen yönetiminin de şura meclisinin olduğunu bilmekteyiz.

 

Hz. Peygamber istişareye teşvik etmiş; kendisi de Bedir'de Ebu Sufyân'ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar'la müşavere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek gazvelerinde, Hudeybiye'de, Taif seferinde, İfk hâdisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzuda ashabıyla istişare etmiştir. Hatta sahabeden Hz. Muhammet’ten daha çok ashabıyla istişare eden kimse görmedikleri nakledilmiştir.

 

Bu ayet, İslami idare şeklinin, müslümanların kendi aralarından seçecekleri şuranın kararlarına dayandığına delil olarak gösterilmiştir. Şura, İslam’a göre top­lum düzeninin esasıdır. Zira halkın menfaatine olanı gerçekleştirmede şu­ranın çok önemli bir yeri vardır. Âli İmran 159’da “İşlerinde onlara danış!” şeklindeki istişare emri Medine’de de tekrarlanacaktır. Âli İmran suresindeki emrin nüzul sebebi Uhud savaşıdır. Hz. Peygamber önce savaş meclisini toplamış ve orada istişare etmişti. Kendisi başta olmak üzere tecrübeliler şehrin içinde kalıp savunma savaşı verme taraftarıydı. Fakat çoğunluğu teşkil eden konseyin genç ve atak üyeleri meydan savaşında ısrar ettiler. Allah Resulü o görüşte olmamasına rağmen istişare sonucuna uyup zırhını giydi. Şurada en temel ilke işin ehli olanlardan oluşmasıdır. Şurada çoğunluğun kararı değil işin ehli olanların kararı esastır.

 

Öncelikle burada birbiri ile istişare eden onlar dediği tüm Müslümanlar mıdır? Bizce burada istişare edilebilecek olanlar bir önceki ayetlerde özellikleri sayılanlardır.  Hayra mani büyük ihmallerden ve her tür hayasızlıktan kaçınıp öfkelendikleri şeyden korunanlardır. Zira öfkeli biri ile istişare, kişiyi sadece öfkelendirir. Hayırdan ve iyiden geri duran biri ile istişare, kişiyi sadece pasifleştirir. Fuhuştan uzak durmayandan alınan fikir ahlâki hassasiyeti öldürür. Emaneti mülkiyet sanan ile yapılan şura insanı dünyevileştirir. Bu meyanda herkesle istişare edilmez. İstişare edilen kişi önemli bilgileri sizinle paylaşmayan bencil biri de olmamalıdır. “Onlar rızıklandırdığımızdan infâk ederler.” Bu son cümlenin delaletiyle şura; infak eden, paylaşımcı ve cömert kişilerle yapılınca ancak rızka dönüşür.

 

Ve onlar, Rablerine icabet ederler ve namazı kılarlar. Bu durumda, ikame edilen salat Rabbe icabettir. “İstecâbu” kelimesinin kökü olan “c-v-b” 43 yerde kullanılmıştır. Asıl anlamı geniş, düz, yuvarlak çukur olan bu kelime, bir söze ya da bir isteğe olumlu karşılık verme anlamına gelir. İcabette uyumlu ve olumlu bir cevap vardır. Salat Rabbimizin kelimeleri ile kıyamda durmak, onun sözlerini kendimize sürekli telkin ederek bir ahlâk oluşturmaktır. Bir söz veya fikir ne kadar çok inanılarak tekrar edilirse o kadar yer eder. Yukarıdaki emirleri sürekli kendisine bilinçli bir şekilde telkin eden, iyilikten geri durup fahşaya meyleder mi? (Ankebut:45) Ancak ikame edilmeyen salat sadece anlam ve amacını yitiren bir ritüele dönüşür ki ne kişiyi ne de hayatını ayağa kaldırabilir. İkame edilen namaz bir nevi kişinin kendi ve Kuran ile istişaresidir.

 

39- Ve onlara bir saldırı isabet ettiği zaman yardımlaşırlar.

 

Bağy kelimesi “b-ğ-y” kökündendir. Müfredat’a göre, aranan şeyde orta yolu aşmayı istemektir; gerçekten aşılması ya da aşılmaması fark etmez. Bağy’de hem hakka girme niyeti vardır hem de ortaya konan bir had ihlali vardır.

 

Ayetlerdeki sıralama saldırının sebebini de anlatmaktadır. Onlara saldırının isabet etme sebebi istişare ile aldıkları kararlardır. Demek ki ortada bir zulüm var, ortak akıl dediğimiz şuradan çıkan karar da doğal olarak zalime karşı mazlumun yanında duran bir karardır.  Buradaki yardımlaşma, şuradan çıkan kararın arkasında durmaktır. Eğer istişare heyeti çıkan sonuç konusunda yardımlaşmazsa bu durum kararlarını da zayıflatacaktır. Saldırıya misli ile mukabele haktır. “Kim size saldırdıysa, siz de ona yaptığı saldırının misliyle saldırın da ileri gitmeyin. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, takvalılarla beraberdir.” (Bakara: 194) Ancak saldırıya mislini aşan bir karşılık vermek ileri gidip haddi aşmaktır, bu bir kötülüktür ve zulümdür. Haklı iken haksız duruma düşmektir.

 

40- Ve bir kötülüğün karşılığı kötülüğün misli kadardır. Oysa kim affeder ve ıslah ederse onun ecri Allah’a aittir. Muhakkak ki O, zalimleri sevmez.

 

Kurân zalimlerin misli kadar cezalandırılacağını ifade eder. Kötülükleri kesp eden kimselerin yaptıkları kötülüklerin karşılığı, onun misli kadardır (Yunus: 27). Ayrıca burada bir suça verilecek cezanın o suça denk olma ilkesi de getirilmiştir. Çünkü noksan ceza vermek de fazla ceza vermek de adaletsizliktir. Ayette suçun misliyle mukabele etmenin cezanın üst sınırı olduğu ve bunun aşılmaması gerektiği ifade edilmiştir. Çünkü bir önceki ayette “size kim saldırırsa” şeklinde bir kayıt düşülmüştür. Verilen zararın üzerinde bir zarar saldırgana verilmemelidir. Amaç suçluya zulmetmek değil, suçlunun ıslah olmasını sağlamaktır. Islah ve affetmekte de ölçü herhangi bir dünyevi çıkar beklemeden sırf Allah rızası olmalıdır. "Oysa kim affederse…” ifadesinde de affın şartları söz konusudur. Kan parası veya tazminat ile affı hak edenlerin ıslahı söz konusu ise rahmet yolu tercih edilmelidir. Kötülüğün af şartı, kamuya veya şahsa verdiği zararın telafisinin ardından suçlunun ıslah olma ihtimalidir. Telafi ve ıslah ihtimali kalmamışsa ceza infaz edilir. Eğer kötülüğün cezası mislini geçerse ayete göre bu zulüm olur. Bu yüzden ayetin sonu “Allah zalimleri sevmez.” kaydı ile sonlanmıştır. Muhakkak ki Allah adil olanları severken zalimleri sevmez.

 

41- Ve elbette zulme uğradıktan sonra yardımlaşanların üzerine bir yol yoktur.

 

Bağlamdan şura kararlarının arkasında duranlara karşı bir yol arandığı anlaşılmaktadır. İntesera kelimesinin kökü “n-s-r”dır. Mazlum olanların bir şekilde birbirlerine destek olarak kendini savunması ya da nefsi müdafaa hakkı hatırlatılmıştır. Zalimin zulmüne karşı kendini savunana suç isnat edilemez. Burada “sebil” şura sonucu mazluma yardım edenlere karşı bir bahane aranmasıdır. Kan parası, diyet veya tazminat isteyenlere karşı suçlunun kendini haklı çıkarmaya çalışmasıdır. Mağdurun başına gelenlerin kendi hatası olduğunu savunup kefaretten kurtulma yolunu arayanlara böyle bir meşru yolun olmadığı hatırlatılır.

 

Hicret öncesinde inen bu ayetlerin Müslümanlara karşı yapılan haksızlıklara karşı nasıl bir tavır almaları gerektiği öğretilmektedir.

 

42- Fakat insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık yapanların üzerlerine bir yol vardır. İşte onlar için elim bir azap vardır.

 

İnsanlara zulmedip taşkınlık yapanların aleyhlerine yol, adalet ve ceza yoludur. Bu da ancak bireysel çıkarlara karşı ortak aklı ve şurayı savunarak olur. Aynı zamanda bu, zulmeden ve haksız yere taşkınlık edenlere karşı birlik olmakla mümkündür. Savaş hukukuna dair insani erdemlerin öğretildiği bu bağlam haklı bir gerekçe olmadan yapılan her seferin mutlaka zulüm doğuracağını ve sonunun da elim azapla biteceğini hatırlatır.

 

Bu ayetlerden nüzul ortamında zengin ve nüfuzlu birinin yaptığı her tür suçta, zulümde bir yol bulup haklı çıktığı hatta adalet isteyenlerin aleyhine yollar bulup onların suçlu çıkarıldığını anlatmaktadır. Ayetlerin nüzul sebebi, güçlünün her zaman haklı olduğu çarpık bir adalet sisteminin hüküm sürmesidir.

 

43- Ve elbette kim sabreder ve korursa muhakkak ki bu gerçekten kararlılık gerektiren emirlerdendir.

 

“Ğafera” ifadesi Allah’ın kulunu azaptan koruması anlamında “mağfiret” olarak kullanılır. Buradaki koruma sabır ile birlikte zikredilmiştir. Sabrın konusu ise mazlumun ve haklının yanında olup değerler için direnmektir.

 

Şura kararlarına karşı bir yol bulmaya çalışanlara sabırla direnmenin bir defa değil, kararlılıkla yapılması gereken emirlerden olduğu “azmi-l-umûr” ifadesi ile anlatılmıştır.

 

44- Ve Allah kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir veli yoktur. Zalimler azabı gördükleri zaman “Geri dönmeye bir yol var mı?” derlerken onları görürsün.

 

Haklıya karşı güçlüyü savunmak dalâlettir. Dünyada kayırıcı, veli ve şefaatçiler edinenlerin çaresizlikleri o gün görülecektir. Pişmanlık telafi imkânı olduğu sürece makbuldür. Geri dönme imkânı kalmamışsa son pişmanlık fayda vermeyecektir.

 

45- Ve onların zilletten boyun büküp gizli gizli bakındıklarını görürsün. İnananlar dediler ki: “Muhakkak ki hüsranda olanlar, kıyam günü, kendilerini ve ehlini hüsrana düşürenlerdir.” Gerçekten zalimler kalıcı bir azabın içinde değil midir?

 

Tarf kelimesi mastardır. Gözünü oynatmak demektir. Hafiy kelimesi de zayıf demektir. Yani ateşe arz olunan o zalimler gözlerini gizlice hafif bir şekilde kıpırdatarak bakarlar. Bu sahneler zalimlerin yaptıkları kötülüklerin tam karşılığıdır. Bu işkenceleri “ehli” kelimesiyle ifade edilen ve kendilerine yakın olanlar ile yapmışlardır. Bu manada “…kendileri ve ehli hüsrandadır.” ifadesi zulme yardım eden, aracılık eden ve zalimi destekleyen her fiilin sonunu anlatır. Zalim ülkeleri desteklemek, onların finansal olarak güçlenmesine vesile olan ticari ürünlerini tüketmek, kıyam günü hüsranla sonuçlanır. Yaşanan hüsran, bu akıbeti beklemediklerini göstermektedir.

 

Zalim hem dünyada hem ahirette aslında kalıcı bir azap içindedir. Son cümlenin soru formatında olması bu durumun dünyada gözleme açık olduğunu göstermek içindir. “Zalimler için dünyada bir zillet, ahirete ise azim bir azap vardır, der.” (Bakara: 114) Zalim yaptığı kötülüklerin karşılığını zillet olarak mutlaka dünyada görür. Bu karşılık en azından onun yalnız bırakılması veya ona değer verilmemesi ile de kendini gösterir. Zulmün getirisi kısa vadede yüksek iken, zararı uzun yıllarda açığa çıkar. Zalim ve kötülerin insanlıktan çıkması başta kendilerine verdikleri en büyük zarardır. Pişman olsalar bile bir noktadan sonra artık kimse onlara acımaz ve yardım dahi etmek istemez.

 

46- Ve onların, Allah'ın astında kendilerine yardım edecek velileri yoktur. Ve Allah kimi dalâlette bırakırsa artık onun için bir yol da yoktur.

 

Buradaki Allah’ın yardımı onun isim ve sıfatlarıdır. Onun aşağısında/astında olanlar esmanın zıddı olanlardan medet umanlardır. Rahmet ve merhamete sığınmak yerine kaba kuvvet ve merhametsizlik ile sorunları çözmek dalâlettir. Zalim ve suçlular karşılaştığı her sorunu cebir ve hileyle çözmeye meyillidir. İşte bu tali yollar, kişiyi sırattan uzaklaştırır.

 

47- Allah tarafından geri dönüşün olmadığı gün gelmeden önce efendinize icabet edin. O gün sizin için bir sığınak ve bir inkâr yoktur.

 

Ayette hesap günü geri dönmek isteyenlerin bu isteklerinin kabul olmayacağı ve onlara ikinci bir şansın verilmeyeceği ifade edilmiştir. Bundan sonra “Allah’a icabet edin.” değil de “Rabbinize icabet edin.” şeklinde bir tercih yapılmıştır. Normalde ayetin başında Allah dediği için “O’na icabet edin." gibi bir kullanım olması gerekirdi. Kuran inmeden önceki rab kullanımları ile alakalı müfredatta ev sahibine rabbuldar/evin rabbi; at sahibine de rabbulferes/atın rabbi, gibi örnekler verilmiştir. Enfal 20’de “Allah'a ve Resulüne itaat edin” kalıbında olduğu gibi burada da “Allah tarafından dönüş olmadığı hesap günü gelmeden önce onun resulüne/efendinize icabet edin” gibi bir kullanım yapılması mümkündür. Zaten bir sonraki ayette “biz seni onların üzerine muhafız göndermedik” gibi bir hitapla önce muhatap kitleye ardından Allah resulüne söz getirilmiştir. Buradaki rab/efendi ümmetine sahip çıkan onları terbiye ve ıslah eden manasında resule gitmektedir. Benzer bir kullanım için “Elçi gelip dedi ki ey efendim! Muhakkak ki benim kavmim, Kurân’ı mehcûr edindi. Furkan:30.

İnkâr bu dünyadadır. Ahirette iman olmadığı gibi inkâr da söz konusu değildir. Zira artık perde açılmış ve her şey aşikâr olmuştur. O yüzden “Dünyada mekân ahirette iman…” değil “Dünyada iman ahirette mekân…” anlayışı daha doğrudur. Zira tüm zalimler ahirette azabı görünce her şeyi kabul etmiştir ama bu geçersiz bir iman olmuştur. “Dünyada mekân ahirette iman…” cümlesi tam olarak kapitalist ve dünyevileşmiş bir zihniyetin ürünüdür. Zira imanı öldükten sonraya havale ederken, zevk-ü sefayı dünyada hedeflemektedir.

 

48- Eğer yüz çevirirlerse biz seni onların üzerine muhafız göndermedik. Senin üzerine düşen sadece tebliğdir. Ve muhakkak ki biz, insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımız zaman bu onunla ferahlar. Ve eğer elleriyle takdim ettikleri sebebiyle bir kötülük isabet ederse insan mutlaka hemen kâfir olur.

 

Peygamber, iman edene kadar insanların yanından ayrılmayan, hata yapmamaları için başlarında bekçi gibi bekleyen bir görevli ve onları iman etmeye zorlayan bir muhafız değildir. İnsan kendi malını muhafaza etmekle yükümlüdür. İslami değerler kimsenin tekelinde olmadığı için muhafazaya ihtiyaç duymaz. Asil insan o değerlerle kendini muhafaza eder. Burada “nas” gibi tüm insanlar değil “el” belirlilik takısıyla gelen “insan” kelimesi, özel bir tipe işaret etmektedir. Bu insan tipi, kendine bir rahmet tattırıldığında sevinen ancak seçimleri sonucu bir musibet isabet ettiğinde suçu başkasına yıkıp özeleştiri yapmayanlardır. Verilen nimetleri de unuttuğu için kâfir olur yani nimeti örten bir nanköre dönüşür. Tarafımızdan bir rahmet şeklinde ifade edilen nimet ne olabilir? O nimet insana hibe edilen evlat nimetidir. Bunu bir sonraki ayetten şöyle okumaktayız: 

 

49- Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır. Dilediğine kızlar ve dilediğine erkekler hibe eder.

 

Anne ve babanın iradesi dışında dünyaya gelen kız veya erkek çocuğu nimetine karşı cahiliye Arapları iki farklı tavır takınmaktaydı. Erkek olunca düğün dernek, kız olunca onu gizlemenin ve hatta öldürmenin hesaplarını yaparlardı. “Ve onlardan birine kız müjdelendiği zaman kararan yüzü gölgelenir ve o öfkelenir.” Müjdelendiği şeyin kötülüğünü kavminden gizler. Zelil olmayı göze alıp onu tutsun mu yoksa onu toprağa mı gömsün? Verdikleri hüküm ne kötü öyle değil mi? (Nahl: 58-59 Zuhrûf: 17) Burada ise erkek ile müjdelenenin ferahlamasından/sevinmesinden (feriha)  bahsedilir. Önemli olan insana kız-erkek verilmesi veya hiç evlat verilmemesi değil, bu üç durumu insanın nasıl karşıladığıdır. 

 

50- Veya hem kızlar hem erkekler olarak ikisini de verir. Ve dilediği kimseyi kısır kılar. Muhakkak ki o, Alîm’dir, Kadîr’dir.

 

Allah’ın dilemesi kulların dilemesi gibi değildir. O koyduğu sünnet çerçevesinde diler veya dilemez. Tabiata konulan yasalar bir çiftin çocuğunun olup olmayacağını belirler. Mesela aşırı kilo alımı, beslenme bozukluğu, tümörler, radyoterapi, kemoterapi gibi önceden görülen kanser tedavileri, sigara, uyuşturucu veya alkol tüketimi, hormonal bozukluklar, yaşın ilerlemiş olması, enfeksiyon hastalıkları, çocuk yaşta geçirilen rahatsızlıklar, genetik rahatsızlıklar gibi birçok sebep ile çocuk olur veya olmaz.

 

Allah her şeye bir ölçü/kader belirlemiştir. Bu kadere uygun şartlar oluşmazsa hamilelik ve doğum gerçekleşmez. Zaten ayetin sonundaki Alîm ve Kadîr esmaları bu ilmi hakikate dikkat çekmektedir. Her şeyi bilen âlemlerin Rabbi canlılara ve maddeye kaide ve kurallar belirlediği için zerreden küreye her şeyin faili olarak Allah, Kurân’da anlatılmıştır.  Allah merkezli anlatımın sebebi önceden kural ve kaidelerin belirlenmiş olmasındandır. Yoksa bireysel olarak çocuk verdiklerini veya mal mülk sahibi olanları seviyor veya sevmediğine vermiyor gibi bir anlam çıkarmak hatalı olur. Bu bakış müşriklerin zannıdır.

 

51- Allah hiçbir beşerle kelam etmemiştir. Vahyi ile veya perde arkasından veya bir resul gönderip izniyle dilediğini vahyetmesi hariç… Allah, Aliyy’dir Hakîm’dir.

 

Vahy kelimesi “vehâ”dan türemiştir. Bu kelimenin ilk anlamı "gizlice bilgilendirmek" demektir. Zamanla bu anlam çerçevesine uygun olarak "gizli konuşma, işaret etme, emretme, ima etme, fısıldama, mektup yazma" anlamlarında da kullanılır olmuştur. Kurân'da 78 yerde geçen bu kelime, cahiliye döneminde, dikili taş anıtlar, mektup, yazı, kitap anlamlarında kullanılmıştır.  Vahyin terim anlamı ise "Yüce Allah'ın emirlerini, hükümlerini gizlice ve süratlice peygamberlerine bildirmesi" demektir.

 

Âlemlerin Rabbini -hâşâ- insan gibi zanneden müşrik zihniyete bir düzeltme yapılmıştır. O da Allah’ın herhangi bir beşerle karşılıklı konuşmasının mümkün olmadığıdır. Burada “insan” değil de “beşer” kullanımı muhatabın fiziki bir bedene sahip ölümlü biri olmasındandır. Beşer, vahiyden sonra beşer kimliğini yitirmeden bir üst kimlik daha kazanır ki ona da Kurân insan demektedir (İnsan: 1).  

 

Allah, seçtiği resulleri ile ancak şu üç yolla iletişime geçmiştir.

1-Vahy yoluyla

Vahiyden maksat, ilahi bilginin akleden kalbe atılması veya kazınmasıdır. Peygamberlere gelen vahiylerin çoğu bu yolla olmuştur. Unutmayacakları şekilde elçilerin zihinlerine bu bilgiler ulaşmıştır. Arza ve arıya vahyedilmesi, resulüne vahyetmesine benzemektedir. Bu benzerlik vicdan ve fıtrat üzerinden kurulan iletişim olabilir. Vahiy ve ilhamın farkı, ilkinin herhangi bir emek ve tecrübe istememesi iken, ikincisi olan ilhamın damla damla zamanla olgunlaşmasıdır. Her insanda ilham olabileceği gibi peygamberlere de ilham gelebilir. Gelen ilhamı peygamber ashabı ile istişare etmiş iken, vahiyde şeksiz şüphesiz itaat beklenir. Hz. İbrahim’in oğlunu boğazladığını gördüğü rüya vahiy değil iken Hz. Musa’nın annesinin bebeği tabuta koyması vahiydir (Tâhâ: 39).

 

Vahiy her zaman Rahmân’dan gelmez. Kurân’a göre şeytan da vahyeder “Şeytânlar, mutlaka sizinle cedelleşmeleri için dostlarına vahyeder.” (Enâm: 121) Bu iç ses, eğer fıtrata uygun ve vicdani ise Rahmân’dan, nefsani ise şeytani duygu ve düşüncelerdendir. Buradan anlaşılan, “vahiy” bilginin ulaşma şeklidir. Bilginin kaynağından ziyade nasıl ulaştığını tarif eder.

 

2- Perde arkasından vahyedilmesi 

Bu tür mesaj iletmede elçi sesi duymakta fakat konuşanı görülmemektedir. Hz. Musa’ya Tur’da bir ağaç ve ateşin perdelemesi ile vahyedilmesi buna örnektir (Kassas: 30).

 

3-Allah’ın seçtiği bir elçi göndererek mesaj iletmesi

Bu da Allah’ın  Lût ve İbrahim peygambere misafir olarak gönderdiği elçilerin  (İbrahim’e evlat, Lût toplumunu bekleyen afeti haber verme şeklindeki) mesaj iletmesi ve Zekeriya peygamberi yollayarak Hz. Meryem’e mesajlarını iletmesi gibidir. Necm 14’te anlatılan son sınır ağacı olan “sidretülmüntehada” Allah Resulü’nün elçi ile olan durumu da buna örnektir.

 

Ayetin sonunda Aliyy ve Hâkim esmalarının gelmesi bu minvalde manidardır. Zira Aliyy, Allah’ın metafizik varlıklardan aşkınlığını anlatmaktadır. Bu aşkınlık ancak bu 3 meşru hikmetli yolla aşılmıştır. Muhatabın durumuna göre bu yollar tercih edilmiştir. Bu 3 yolun amacı ise bir sonraki ayette özetlenmiştir.

 

52- Ve işte böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Ve sen, kitap nedir ve iman nedir bilmiyordun. Ve lakin onu nur kıldık. Kullarımızdan dilediğimizi onunla hidayete erdiririz. Ve muhakkak ki sen, mutlaka sıratımustakîme hidayet ediyorsun.

 

“Ruh” sözcüğü Kurân’da “ilahi esinti, vahiy” anlamında kullanılmıştır. Vahyin bilgisizlikten dolayı ölü sayılan kalbe hayat verdiği, kişinin hayatına anlam ve amaç katması anlamında Kurân’ın ve diğer vahiylerin bir sıfatı da ruhtur. Vahyin ruh sıfatı, hem yolun amacını anlatır hem de bu amaca ulaşmak için ihtiyaç duyulan güçleri/melekeleri canlandırır (Kadr: 4; Mümin: 15). 

 

Allah Resulü’nün peygamber seçilmeden önce kitap ve imanın ne olduğunu bilmediği ayette net bir şekilde ifade edilmiştir. Bunun birkaç anlamı olabilir. İlki ehlikitabın elinde olanlar hakkında bir bilgisinin ve bunlarla ilgisinin olmadığıdır. Dikkat edilirse önce kitap, arkasından iman zikredilmiştir. Zira imanın oluşturduğu güven kulaktan dolma değil, kitabi olması gerekmektedir. Allah Resulü, resul seçilmeden önce din-iman konuları ile pek de alâkadar değildir. Buradan herhangi bir inanca sahip olmadığını söylemek mümkün değildir. Zira burada “inanmazdın değil bilmezdin” ifadesi yer alır. Kitap, bilgi demektir. Bilgiden güç almayan inanç, sorunlara doğru çözümler üretemez. Burada kitabın rehberliğinde bir imandan bahsedilmektedir. Hz. Muhammed, yanlış yolları vahiyden önce görmüş ama çözüm yollarını bulamamıştır. Arayış mağarasına çekilme sebebi de buydu. Kurân’ın ruh sıfatından sonra ikinci sıfatı olan nur sıfatından bu yüzden bahsedilmiştir. Zira vahyedilenler insanı karanlıklardan aydınlığa çıkarır (Bakara: 257).

 

Allah’ın fıtri erdemler ve ilkeler yolu her daim vardır ancak o istikamet verilmiş yol, bazen karanlıkta bırakılır. İşte indirilen nur, o yolun bulunması içindir. 

 

53- O Allah’ın yolu ki, göklerde ve yerde ne varsa onundur. Emirler Allah’a varır değil mi?

 

İradesiz her şey, Allah’ın istikamet verilmiş yolunda kendine biçilmiş sürede rolünü oynamaktadır. Ya bu yolda ilerlenecek ya da bu yoldan sapılacaktır. Ancak tüm tercihler döner, dolaşır; Allah’a varır (Bakara: 156). Rabbe rücu etmek bir su damlasının semadan yeryüzüne yağıp orada belirli bir süre yolculuk etmesi gibidir. Su eninde sonunda buharlaşıp geldiği yere geri yükselecektir. Dünyaya dalan su kirlenir. 

 

Rabbim, kirlenen değil tatlanan ve abıhayat olan kullarından eylesin bizleri. (Âmin!) Şûrâ suresinden şimdilik anladıklarımız bunlardır, en doğrusunu âlemlerin Rabbi bilir.

 

 

 


 
Eklenme Tarihi : 22.12.2024 14:17:20
Okunma Sayısı : 192