يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُواْ رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

21- Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk (Emir ve yasaklarına riayet) ediniz. Umulur ki, böylece kendinizi (İlahi azaptan) korumuş olursunuz. (Bakara:21)



.





Casiye Sûresi

Câsiye Suresi

Sure, adını 28. ayetinden yer alan korkudan diz üstü çökme manasından alır. Bir önceki bireysel duman işkencesinden sonra şimdi de grupları diz üstü çöktürme ve yıldırma dönemi başlamıştır. Sureye, 18. ayette geçen “şeriat” sözcüğü nedeniyle “Şeriat suresi”,  24. ayette geçen “dehr” sözcüğünden dolayı “Dehr suresi” de denilir. Sıra, zaman ve muhteva olarak bir önceki Duhân suresini takip eder. Surede hicret öncesi döneme ve müşriklerle mücadele eden farklı müşrik grupların varlığına dair işaretlerde bulunulmaktadır.  Duhan suresi gibi Mekke’deki azap ve işkencelere, son saat ve cehennem anlatımları üzerinden değinilmiş, tıpkı Duhân suresi gibi İsrailoğullarına atıflar yapılmıştır. 

1-2 Ha, Mim! Kitabın indirilmesi Azîz, Hakîm olan Allah'tandır.

Surenin birinci ayeti “Ha” ve “Mim” kesik harflerinden oluşmuştur. Bu harfler ile ilgili detay Ha-mim ailesinin ilk suresi olan Mümin suresinde verilmişti. Ancak surelerin mahiyeti incelendikçe şöyle alternatif bir konu da belirmeye başlamıştır: “Ha” ve “Mim” bu surelerin tamamı ve indiği dönem düşünüldüğünde “hayat” ve “memat” konularını anlatıyor da olabilir. Zira Hicret öncesi, etrafına hayat veren müminler ile ölüm saçan müşriklerin mücadelelerinin birbirine zıt konularda, yani “Ha” ve “Mim” konularının merkezinde gerçekleştiğini görmekteyiz. “Ha-Mim” ailesindeki diğer sureleri gibi burada da kitaba ve onu getiren resule açık bir muhalefetle düşmanlık söz konusudur. Bu nedenle “Ha-Mim” ailesi istisnasız kitabın kaynağına atıf ile başlayıp bu hak mücadele olan hayat-memat mücadelesinin nasıl ve neden başladığını vurgulamaktadır. Sonra bu kitabın indirilişi dursa bile göklerde ve yerde hakkı anlatan nice ayetlerin olduğu bir sonraki ayette hatırlatılmıştır. Surelerin başındaki bu kesik harfler veya işaretler resulün kitabı neye göre tasnif ettiğine dair bir izah da barındırıyor olabilir. Bu nedenle, “Ha-Mim” ailesini birbirinden ayırmadan arkalı önlü bir bütün olarak okumak anlamlı görünmektedir. 

Allah, kitabı indirme amacını iki esma ile vermiştir. O da muhataplarının doğru hükümler ile (Hakîm)  değer kazanmasıdır(Azîz). (Ayrıca bkz. Azîz için Burûc: 8, Hakîm için İnsan. 30)

3- Muhakkak ki müminler için göklerde ve yerde elbette ayetler vardır.

Ayet kelimesi “sabit alamet, işaret” demektir. Bir önceki ayette ifade edilen “indirilen kitap” ifadesi ile bu ayet beraber okunduğunda bakmayı bilen ve güvenilir insanlar için tabiatın, yaşanılan çevrenin de bir var edeni, düzen koyanı olduğuna dair değişmeyen alamet ve işaretlerin olduğu görülecektir. Mücadelede devamı sağlamak ve ayakta kalabilmek için bu işaretleri görüp onlara güvenmek çok değerlidir. Gökler ve yerdeki ayetler/işaretler bizi bunların çalışma hikmetine götürür. Sonuç yakin bir imanın tesisidir. “Ve böylece biz, göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyoruz ki İbrahim yakin olarak bilsin diye!” (Enâm: 75)

4- Ve sizin yaratılışınızda ve canlıların bir kısmının yayılmasında yakinen gören bir kavim için âyetler vardır.

Dâbbe kelimesi, "kımıldama, debelenme" anlamına gelen debîb kelimesinden türemiş bir sıfattır. “Allah, bütün dabbeleri (hareket eden canlıları) sudan yaratmıştır. Kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayakla yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır. Doğrusu Allah'ın gücü her şeye yeter.” (Nûr: 45) Görüldüğü gibi ayet canlıları, hayat formu olan “hay” kelimesiyle değil de (hayvan da buradan gelir) hareketliliklerini anlatmak için dabbe (debelenen) kelimesi ile ifade etmiştir. Buradan “dabbe”nin, “hay” gibi bir hayatı değil hareketliliği öncelemek için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Zaten ayetin devamında canlıların farklı coğrafyalara yayılıp çeşitlenmesi anlamında “yebussu” fiili seçilmiştir. Yakinen gören bir kavim için bu anlatımda insanın farklı coğrafyalara yayılıp yaşamını sürdürebilecek yeteneklerde yaratıldığı hatırlatılarak hicret ile alâkalı ayetlere geçmeden bir girizgâh yapılmaktadır. Şimdi de yine tabiat kitabı üzerinden hicretin gerekçesine değinilecektir.

5-Ve gece ve gündüz ihtilaflıdır. Ve Allah’ın rızkı gökten indirmesi, böylece arzı ölümünden sonra ihya etmesi ve rüzgârları dönüştürmesinde akleden bir kavim için ayetler vardır.

Önce yakinen vakıayı doğru okumak, arkasından olay ve olgular arasında bağ kurmak anlamındaki akletme ve 13. ayetten itibaren fikir üretip geliştirme anlamında “Teffekkür eden bir kavim için elbette ayetler vardır.” ifadesi yer alacaktır. 5 ile 13. ayetler arasında akletme dediğimiz bağlantıları kurmak için neler gerektiği de şöyle anlatılacaktır: Önce sahih ile sahte olan bilginin ayrımı (6), ardından kibrin oluşturduğu sabit fikirliliği bırakma (8), her veriyi ciddiyetle değerlendirme (9), çelişkileri gizlememe (10) sonucu hidayete ulaşma (11), hidayete ulaşanların tefekkürle doğru fikirler üreteceği (13) ayrıntılı bir süreç olarak anlatılacaktır.

Gece ve gündüzün ihtilafı, ısı ve ışık farklılıklarından doğar. Bu durum birçok iklimsel olayın ve canlıların çeşitlenip zenginleşmesinin de ana sebebidir. Dünyamızın dönmesi, yaşamın devamı için çok kritiktir. Rüzgârın arzın ihyasındaki rolü gibi maddi anlatımların altında çok daha derin manalara dikkat çekilmektedir. Yakin olarak görüp akledenler için tabiat kitabı muazzam dersler vermektedir. 

Gece ve gündüz birbirine tamamen zıt durumlardır. Ancak bunlar, uyum içindedir. Bu, ihtilaftaki rahmettir. Tabiatta ihtilaflar olmasa rüzgâr esmez, ısı farkları ve denge olmadan gökten rızık inmez ve yeryüzü ihya olmazdı. Tabiat ve canlılardaki ihtilaflar hayatın devamını sağlarken, beşeri düzenlerdeki ihtilaflar sadece kan, gözyaşı ve işkenceler ile sonlanmaktadır. Sadece farklılıktaki uyuma şahit olan bir kavim, çeşitlilikteki rahmete ulaşabilir. 

Burada gece sanki müşrikleri, gündüz de müminleri anlatıyor gibidir. Bunlar ihtilaflıdır. Ve Allah’ın gökten indirdiği rızık olan vahiy, ölmüş dimağları ihya etmektedir. Rüzgârın tasrif etmesi, değişik yönlerde eserek şartları değiştirip dönüştürmesidir. Bu durum göksel rızık sonucu oluşan ihyadan istifadeyi azaltıp arttırabilir. 

Rüzgâr manasındaki “rih” Enfâl 46’da şöyle kullanılır: “Allah’a ve O’nun Resulü’ne itaat edin, nizalaşmayın; yoksa zayıf düşersiniz ve rüzgârınız kesilir.” Mekke’deki şartlara, yani rüzgâra göre kendilerine yön verenlere bu ayette bir uyarı vardır. O da, gökten inen ve ölümlerinden sonra onları ihya edecek olan vahiyden uzak düşme ihtimalidir. Ancak akleden bir kavim bu bağlantıları kurabilir.

6-İşte bunlar, Allah’ın ayetleridir. Sana onu hak olarak tilavet ediyoruz. O hâlde Allah’tan ve O’nun ayetlerinden sonra hangi hadise inanacaklar?

Allah’ın ayetleri hak olarak tilavet etmek, aktarılan ayetlerin altında hakiki bir anlamın ve amacın olduğunu görmektir. O amaç, yağmur metaforu üzerinden vahyin kulları manen diriltip estirdiği rüzgârlarla hayat bulacakları coğrafyalara onları ulaştıracağıdır.

Hadîs kelimesi fiil olarak vaki olmak, yokken var olmak, yeni olmak, bir şeyi yeniden meydana getirmek anlamına gelirken; haddese kalıbı da haber vermek, hadîs rivâyet etmek, konuşmak anlamına gelmektedir. Hadîs kalıbı dilde daha çok “haber, söz” manasına gelmektedir. Hz. Peygamber’in sözleri de hadîs kelimesiyle ifade edilir. (Bkz. Kalem: 44, Necm: 59, Vâkıa: 81) Buradaki hadîs kelimesi ise; aslı astarı olmayan uydurmalar, havadisler anlamındadır. Bu hadisler henüz Müslüman olmamış ancak Müslümanlara eziyet edilmesine karşı duran Mekkeli müşrikleri etkilemek için üretilmiş havadislerdir.

Haşimoğlularından olup Allah Resulü’nün safına geçmemiş olanların ürettikleri hadislerle şirk safında tutma arzusu, devam eden ayetlerde detaylandırılacaktır. Buradaki hadis, algı oluşturma amacı ile ortaya atılan sözler, fikirler ve aslı astarı olmayan havadislerdir. Zaten Kurân, kendi sözünü Zümer 23’te “ahsenü'l-hadîs/en güzel hadis” olarak tarif ederken müşriklerin uydurdukları hadisler ile bir kıyas yapar. Buna karşılık tevhide aykırı hadis uyduranlara Kurân’ın hitabı şudur:

7- Geride kalıp sahtekârlık yapan herkesin vay hâline.

İfk; var olan bir olayın (hadisenin) saptırılması, çevrilmesi, döndürülmesi, manipüle edilmesidir. İfk’e, iftiranın bir çeşidi diyebiliriz. Bir gerçek, bağlamından kopartılıp farklı bir tarafa çevrilince ifk oluşur. Hz. Ayşe ve ifk hadisesinde olduğu gibi. 

Esîm kelimesinin kökü olan “i-s-m” 48 yerde gelir. Bu kök, kişiyi sevaptan geri bırakan/hayırdan alıkoyan işlerin adıdır. Çoğulu âsâm’dır. İsm, sadece belirli bir kasıt ve seçim neticesinde işlenen günahın bir türüdür. Binicisini geride bıraktığı için yavaş giden develere de denir (Rağıb). Her tür iyilik ve hayırdan kişiyi geri bıraktırdığından “esim” kelimesine “geride kalanlar” manasını vermek doğru görünmektedir. “Effâkin esîm” terkibi, sahtekârlığı huy hâline getirip her adımında buna başvurduğu için hak ve hakikatlere ulaşmamış demektir. İnançları, onları insanca bir arada yaşama konusunda geride bırakmış, ilkel duygularının peşinde koştuklarından cennetvârî bir ortamda medeni bir şekilde yaşama konusunda sınıfta kalmışlardır. 

Müşrikler zayıf müminleri türlü türlü işkencelerle yıldırmaya çalışırken, Allah Resulü ve müminleri -İslam’ı kabul etmeseler de- koruyanları da uydurma hadislerle sindirmeye çalışmaktadırlar.

8- Kendisine tilavet edilen Allah’ın ayetlerini işitir. Sonra büyüklük kuruntusunda olanlar, onları işitmemiş gibi ısrar eder. O hâlde onu, elim bir azap ile müjdele!

Bu ayette azabın elim ile tavsif edilmesi dünyada başlayarak ahirete uzanan bir azabı haber vermesindendir. Burada “elim azap”, 9. ayette “alçaltıcı azap”, 10. ayette de “azim bir azaptan” bahsedilir. Azabın farklılığı, muhatapların farklı olduğunu gösterir. Zaten burada ayetleri duymazlıktan gelenlerden, bir sonraki ayette onu hafife alanlardan, ardından hakikati gizleyip Allah’ın berisindekilere sığınanlardan bahsedilir. Görüldüğü gibi tilavet edilen ayetlere karşı sergilenen tutumlar da farklıdır.

 

Peki, burada ayetleri işittikten sonra kişi neden sessiz kalır? Bunun sebebini Kurân “istikbâr” olarak belirler. İstikbâr; kendisini büyük görmek demektir. Müstekbir kişi bu yalana zamanla inanırsa mütekebbir ismini alır. Müstekbir kendisini büyük görmeye başlamışken, mütekkebbir büyük olarak kendini bilir ve tanıtır. Yani burada aşamalı bir durum söz konusudur. Kurân bu sürece Nahl 23. âyette “Allah müstekbirleri sevmez.” şeklinde içteki büyüklük kuruntusuna dikkat çeker. Bu uyarılara kulak asmayıp davranış ve fiillerinde büyüklenenleri bekleyen akıbeti devamında şöyle haber verir: “Mütekebbirlerin son ikâmet yeri ne kötü.” (Nahl: 29)

 

Özetle “müstekbir” büyüklük kuruntusu iken “mütekkebir” büyüklük taslamaktır. Büyüklük kuruntusunun (müstekbir) büyüklük taslamaya/mütekebbirliğe doğru evrilmesini engelleyen her uyarı, nasihat ve akıbetlerine ilişkin her bilgi kişiyi kibirden koruduğu için bir müjdedir. Önemli olan önce kibrin öz eleştiri ile tespiti, arkasından bu hastalığın tedavisinin olduğuna iman etmektir. Kendini dev aynasında gören biri için gerçekler acı verebilir. 


Elim azabın müjde olabilmesi, kişinin kendini değiştirmesi ile orantılıdır. Elim azap ile terbiye, kibre şifa olduğu için müjdedir. Başa gelen olumsuzluklardaki ibreti alana, celaldeki ikramı görene celal bile müjdedir. “Hoşunuza gitmese de savaş (elim azap) üzerinize yazıldı (müjde). Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şeyde sizin için hayır, yine olur ki hoşunuza giden bir şeyde de sizin için şer vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216) Mütekebbir olan, ayetleri hafife alıp itiraz ederken buradaki müstekbir kişi işitmemiş gibi davranmıştır. Bu da içerdeki o büyüklenmenin henüz dışarıya yansımadığının başka bir delilidir.


Allah’ın ayetlerine karşı çıkışın temelinde yatan sebep “istikbâr” duygusudur. Bu duyguyu besleyen ise müşriklerin ekonomik ve siyasi gücüne karşılık boykot döneminde iyice zayıflamış olan Müslümanların hâlidir. Bu konjonktürde ister istemez İslam’ı henüz kabul etmemiş olanları da olumsuz etkilemekteydi.   

Ayetlerin muhataba ulaşması çok önemlidir. Sağlıklı şekilde anlamanın olmadığı bir ortamda ne imanın ne de inkârın bir ehemmiyeti kalır.

9-Âyetlerimizden bir şey öğrendiği zaman onu hafife alır. İşte böyleleri için alçaltıcı bir azap vardır.

Kibir suçunun tam karşılığı alçalmaktır. Kibrin de dereceleri vardır. Kibrin derecesi artıkça hamlık ve bayağılık artar. En aşağılık olanlar en fazla kibirlenenler iken kemalin ölçüsü tevazu ile kendini belli eder.

Bir önceki ayette “kendilerine tilavet edilen ayetler” ifadesi varken burada “o tilaveti işitenlerden bir şeyler öğrenenler” ifadesi seçilmiştir. Aslında burada iki farlı tepki ve müşrik muhataptan bahsedilir. Ayetleri işiten ama sessiz kalan, Haşimoğulları’ndan Allah Resulü’nün akrabaları iken (Ebu Tâlip gibi) Allah Resulü’nün müşrik akrabalarının ağzından ayetleri öğrenip hafife alanlar ise müşrik elebaşlarıydı. 

Burada hafife alınan hesap günü ve cehennem gerçeği olabilir. Eğer bir insan ayetleri duyup böyle bir günün var olabileceğine dair bilgisi olmasına rağmen yokmuş gibi yaşıyorsa aslında ayetleri/uyarı işaretlerini önemsemiyor demektir. Ama unutmamaları gereken tek gerçek, hafife alıp önemsemedikleri ve kibirle küçümsediklerinin ölüm ile her an karşılarına çıkacağıdır. Müşriklerin ayetleri hafife alışlarına bir örnek de Furkan 60’taki “Rahman da neymiş!” çıkışlarıdır. Yaratanın güç ve ceza değil, merhamet üzere olduğunu öğrendikten ve anladıktan sonra onu hafife almalarına bu tavır bir örnektir. 

Kibirliler, karşısındaki ile alay etmek için onları dinler. Bu yüzden onların yanında insanlar düşüncelerini rahatlıkla dile getiremez. Bu tipler, bulundukları her ortamı cehenneme çevirirler. Ebu Tâlib, Resûl-i Ekrem’in İslamiyet’i kabul etmesi yolundaki ısrarlı tekliflerini hep cevapsız bırakmıştı. 8. ayetteki “işitmemiş gibi ısrar eder” ifadesi peygamberin ısrarına mukabildir. Hatta ölümünden önce, Hz. Peygamber hiç değilse son zamanlarında kelime-i şehâdet getirmesi yönünde ricacı olur. Ebu Tâlib ise müşriklerin, ölüm korkusundan dolayı Müslüman olduğunu ileri sürerek kendisini hafife alacaklarını ve onlara karşı küçük düşmek istemediğini belirtmiş ve teklife olumlu cevap vermemiştir.

10- Cehennem onların gizledikleridir. Ve onların kesp ettikleri ve Allah’ın astında evliya edindikleri onların ihtiyacını gidermez. Ve onlar için azim bir azap vardır.

“Min verâ-ihim cehennem/Cehennem onların gizledikleridir” şeklinde meal verdiğimiz “verâ” kelimesi bir şeyin üzerini örtmek ve gizlemek anlamındaki “v-r-y” kökündendir (Rağıb). Bu ayette de aynı anlamdadır: “Ey Âdemoğulları! Size çirkinliklerinizi gizleyen örtü indirdik. Ve takva örtüsü, işte bu daha hayırlıdır.” (Arâf: 26). 

Evliyâ, velinin çoğuludur. Veli koruyup kollama anlamında yakın arkadaş demektir. Allah’ın berisinde sırtlarını dayadıkları dostluk ilişkileri bozulmasın diye cehennemi örtmek; işlenmiş günahları, zulümleri ve işkenceleri yok sayıp kamufle etme girişimidir. Şeytani duygu ve düşüncelerin arzu ettiği ilkel güdüler, dünyalıkları kesp etmek içindir. Bu kazanımlar aslında bir kayıptır ve gerçek dostluk, insanlığı çürüten değil, kuvvetlendiren hedeflerdir. İnsan gerçek dostunu ve düşmanını iyi tanımlamalıdır. Şirk inancının tevhide karşı açtığı kolektif savaş ikili ilişkiler ve kavmiyetçi bakışın desteği ile yürümekteydi. Mütekebbirlerin yaptıkları maddi ve manevi işkencelerin altında, ayetleri inkâr etmek ve uyarıları hafife almak yatmaktaydı. Adalet ayetini önemsemeyen, her tür hakka girmeyi meşru görür. Merhamet ayetini inkâr eden, sadistçe işkenceleri bile az bulur.

Tevhit, farklılıktaki birliği görmektir. Bu bakış muvahhidin çevresi ile uyum içinde olma sebebidir. Tevhit ehli, bulunduğu ortamı cennette çevirir. Müşrik ise birleme değil parçalayıp menfaat devşirmenin peşinde olandır. Kibirle şirkin propagandasını yapmak sadece elim bir azabın habercisidir.

11-İşte bu hidayettir ve Rabblerinin ayetlerini örtenler için tir tir titreten elim bir azap vardır.

“İşte bu hidayettir.” ifadesinden önceki ve sonraki ayetler tamamen olumsuz/cehennemlik birinin davranışlarından bahseder. O zaman buradaki hidayet nedir veya bundan ne anlaşılmalıdır? Burada işaret edilen hidayet doğru yolu bulmak değil, eğri olan yolları görebilmedir. Dolayısıyla bu ayetten de anlaşılmaktadır ki, hidayet sadece çölde yolunu bulma değil yanlış yolları da önceden fark edebilmektir.  

“Tir tir titreten” manası verdiğimiz “ricz” kelimesi, kokuşmuşluk ve pislik anlamındaki “rics”, kelimesinden kök ve mana olarak farklıdır. “R-c-z”  ve “r-c-s” kökü Kurân’da 10 yerde geçer. Bu ayetteki ricz kelimesinin asıl anlamı titremektir. Deve, birbirine yakın adım atıp güçsüzlükten dolayı titrediğinde denir. Recez vezni de buna benzetilmiştir; çünkü cüzleri birbirine yakındır ve okunurken dil titremektedir. “Falan kişi recez ölçüsü ile şiir yazdı veya okudu.” denirken de aynı kökten kelimeler kullanılır (Ragıp). Kibrinden dolayı ayetleri kabul etmeyenlere alçaltıcı azap, müşriklerden korktuğu için küfrü seçenlere de “tir tir titreten azap” vardır.

12- O Allah ki,  emriyle içinde gemilerin yüzmesi ve fazlından aramanız için denizi size musahhar kıldı. Umulur ki artık şükredersiniz.

Burada konu bir anda gemiye neden gelmiştir? Onun fazlından istemek, balık tutmak ve tutulan deniz ürünlerine şükür müdür? Buradaki Allah’ın fazlından talep etmenin, bağlam gereği gemiyle Mekke dışında farklı coğrafyalara hicret etmek olduğu anlaşılmaktadır. Mekkeli müşrik Arapların denizaşırı toplumlara savaş açmaları söz konusu değildi. Onlar, düşmanı hızlı kara saldırıları ile yıldırıp vur kaçlarla bölgelerini koruyorlardı. Bu nedenle 4. yılda başlayan ve gemiyle yapılan Habeş hicreti Müslümanların Allah’ın fazlından talep edip şükretmelerine vesile olmuştur. 

Habeşistan’a hicret eden muhacirlerin sayısının artması üzerine endişeye kapılan Kureyşliler, Ashame en-Necâşî’ye bir heyet gönderip Müslümanların iadesini istediler. Tarafları dinleyen Necâşî müşriklerin teklifini reddetti. Müşrikler de netice alamayınca bunun intikamını Mekke’de kalan Müslümanlardan aldılar ki bir önceki Duhân suresi bu konuyu işlemiştir. Artık Mekke’deki Müslümanlar çok daha kötü şartlarda var olma mücadelesi veriyorlardı. Bir müddet sonra muhacirlerden otuz üç kişilik bir grup, Müslümanlara karşı Şi‘bü Ebi Tâlib’de sosyal ve ekonomik boykotun kaldırıldığı ve Mekkelilerin Müslüman olduğuna dair söylentilerin (hadislerin) çıkması üzerine Mekke’ye döndüler. Dönen gruba müşriklerin diz çöktürüp boyun büktürmeleri Câsiye suresine isim olacaktır. Hicret sonrası Müşrikler, Bedir’de uğradıkları bozgunun ardından Necâşî’ye ikinci bir elçilik heyeti gönderdilerse de yine sonuç alamadılar. Habeşistan’da kalan son Müslüman kafilesi daha sonra yine kendi arzuları ve Necâşî’nin hazırlatıp güvenliklerini sağladığı gemilerle önce Câr Limanı’na, oradan da Medine’ye hareket ettiler. Ayetin bu kısmındaki gemiye atıf, böyle bir kurtuluş alternatifine işaret olabilir. “Le’alleküm/belki/umulur ki” ifadesi de bu kurtuluşun nankörlüğe değil, şükre vesile olması yönündeki yönlendirmedir.

13- Ve göklerde ve yerde olanları topluca size musahhar kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için elbette ayetler vardır.

Sehhare-teshir kelimesi “bir şeyi zorla hizmete koşmak, itaat ve boyun eğdirmek” demektir. Musahhar ismifail olup işi hizmete hazır hâle getirendir. Rağıb bu kelimeyi  “bir şeyi ait olduğu amaca doğru zorla sevk etmek” şeklinde tarif eder. Bu durumda teshir, yaratılıştaki anlam ve amaçlılığı yönünde mahlûkattan istifade etmeyi ifade eder. (Bkz. Fâtır: 13, Rad: 2, İbrahim: 32, Nahl: 12, Lokman: 20). Mekkeli müşriklerin, firavun ve tagutların bu denli güçlenmelerinin sebebi bu yasadır. Allah’ın bahşettiği akıl, insanı diğer canlıların önüne geçirmiştir. Bu nimetin hayır yolunda kullanmanın sonu cennet iken, şer yolunda kullanılması dünyayı içinde yaşayanlar için cehenneme çevirmeye yeter. 

4. ayette görenler için, 5. ayette akledenler için, burada da tefekkür edenler için işaretler olduğundan bahsedilir. Dolayısıyla önce gözlem ve bilgilenme, sonra akıl denen olay ve olgular arasında bağ kurma, ardından tefekkür gelmiştir. Tefekkür, düşüncenin fikir üretme sürecidir. Yakin hâsıl edip görmeyen, bağları kurup akledemez ve doğru fikirler üretemez.

14- İnananlara de ki: “Kesp etiklerinin karşılığı olarak Allah’ın günlerini ummayan kavme mağfiret etsinler.”

Allah’ın günleri ne demektir ve bunu ummayanlar kimlerdir?

Allah’ın günleri anlamındaki “Eyammullah” terkibi İbrahim suresi 5‘te şöyle anlatılır: “Ve doğrusu Musa’yı, ‘Karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat!’ diye ayetlerimizle kavmine gönderdik. Muhakkak ki bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için ayetler vardır.” İsrailoğulları için karanlıklar/zulümat, kölelik ve Firavun’un zulmü iken; aydınlık/nûr da Hz. Musa’ya indirilen kitabın rehberliğinde hürriyetlerine kavuşmaları ve Firavun’un zulmünden kurtulmalarıdır. Araplar “eyyâmu’l-Arab/Arab günleri” deyimiyle kazandıkları önemli hadiseleri ve meşhûr savaşları; Arap tarihine ait, ona yön veren, önemli ve kritik olayları kastederlerdi. Bu nedenle, ayetteki “eyyamullah/Allah’ın günleri” ifadesi de bu özgürlüğün asıl sebebine bir göndermedir. İsrailoğulları, Allah’ın emirlerini yerine getirdikleri dönemlerde/günlerde nura ulaşmış iken Allah’ın emirlerini önemsemedikleri günlerde/dönemlerde karanlıklara sürüklenmişlerdir. İsrailoğullarına geleceklerinin kimsenin ipoteği altında olmadığı, Allah’ın günleri kullanımı ile -özgürlüğe atılan adımlar olarak- hatırlatılmıştır. 

Arap tarihinde örneğine rastlanılmayan ilginç bir kitlesel cezalandırma yöntemi olan boykot, Müslümanlara karşı uygulanmış gibi algılanmaktadır. Oysa boykot, sadece Hz. Peygamber’i koruyan Haşimoğullarının -inanan inanmayan- tüm bireylerine uygulanmıştır. Bu süre zarfında çok sayıda kişinin öldüğü ifade edilse de kaynaklarda konuyla ilgili detaylı bilgi mevcut değildir. Ancak cehennem ayetleri konu ile alâkalı çok detaylı tasvirler yapmaktadır. Kabilecilik anlayışının hâkim olduğu Mekke’de haklı veya haksız da olsa insanların kendi kabile bireylerinin etrafında kenetlenmesini gösteren bu hadise, dolaylı olarak Hz. Peygamber’in İslam davetini de koruduğu söylenebilir. Ayrıca görünürde Müşriklerin talebi Hz. Peygamber’in öldürülmesi ya da kendilerine teslim edilmesi olsa da arka planda kabile rekabeti yatmaktadır.

Allah Resulü’nü koruyup Müslümanların inançlarına saygılı olan Mekkeli müşrikler de vardır. Burada Allah’ın günlerini ummayan kavim Haşimoğulları’ndan olup da İslam’ı tercih etmeyenlerdir. “Mekkeli müşriklerin baskısından ve zulmünden müminlerin bir gün kurtulup özgür bir yaşam kurabileceklerini ummayan bu umutsuz müşrik kavmi mağfiret et!” emri verilmiştir. Mağfiret, bir şeye onu kirden koruyacak elbise giydirmektir (el-Müfredat). Miğfer de buradan gelir. İnançlara saygılı, farklılığı zenginlik gören müşriklerin korunması emri çok önemli bir ilke belirlemektedir. Bu emir Medine’de farklı inançlar ile bir ve beraber hareket edebilmenin temel prensibini oluşturmuştur.

15- Her kim salih amel yaparsa nefsi içindir. Ve her kim kötülük yaparsa o da onun aleyhinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.

Ayet “Her kim salih amel yaparsa…” diye başlamıştır. Burada mümin ve müşrik ayrımı yoktur. Bağlam Allah’ın günlerini ummayanlar olduğu için hitap aslında mağfiret dilenen müşrikleredir. Bu müşrikleri diğer müşriklerden ayıran en önemli nokta işkence ve zulmü değil salihatı seçmeleridir. Bunun karşılığını müminlerin onları koruyup kollaması demek olan mağfiret olarak alacaklardır. Ayetin sonu “Summe/sonra dönüş Rabb’edir.” ifadesiyle bittiği için yapılan salihatın veya kötülüklerin karşılığını bu dünyada alacaklarını söyleyebiliriz. 

Ahirete ve Allah’ın varlığına inanmadan insanlığın hayrına salih bir amel ortaya koyan birinin yaptığı iyiliğin karşılığını mutlaka bu dünyada alacağı burada ifade edilmiş olabilir. Ahiretteki hâlleri ise Rabb’e kalmıştır. Bu konuda lehte veya aleyhte bir görüş beyan etmek sadece gaybı taşlamak olacaktır.

16-Ve doğrusu İsrailoğullarına, kitap, hüküm ve nübüvvet verdik. Ve onları temiz rızıklarla rızıklandırdık. Ve onları âlemlere faziletli kıldık.

Kitap kelimesi Kurân’da  “inen vahiylerin tamamı, amel defteri, levhimahfuz ve ilahî yasalar için kullanılmaktadır. (Furkân: 35, Sâffât: 117, İsrâ: 2-4, Hûd: 17-110, Enâm. 154, Müminûn. 49, Şûra: 14) 

İsrailoğulları kitap ile teorik bilgiye ulaşmış, bu bilgi ile doğru hükümler vererek ihtiyar olmuş, ardından da nübüvvet ile bu seviyeyi nesilden nesle aktarmışlardır. İşte bu durum onları kendi zaman dilimindeki insan topluluklarına/âleme karşı faziletli kılmıştır.

Fadl; iyilik, fazîlet, erdem, lütuf demektir. Faddalnâ, “Biz fazîletli, iyi ve fazla kıldık.” demektir. Ayetteki çoğul kullanım İsrailoğullarının nasıl bir süreçte çevrelerine faydalı ve faziletli olduklarını gösterir. Ayetin “İsrailoğullarını âlemlere üstün tuttuk.” biçiminde değil de “Onları âlemlere faydalı, iyi ve hayırlı insanlar kıldık.” şeklinde anlaşılması Kurân’ın ruhuna daha uygundur. Zira Kurân, hiyerarşik bir yapılanmaya dayalı üstünlüğü savunmaz.

Aklın, gönlün ve bedenin temiz rızıkla rızıklanması; çevremize faydalı ve salih bireyler olmamızda önemli bir etkendir. Sürekli kirli bilgiyle beslenen biri hayırlı çözümler üretip insanlara fayda sağlayabilir mi? Manipüle edilmiş, kirli bilgi ile beslenen birinin fikirleri, şikâyet ve eleştiri üzerine kuruludur. Çözümlere değil, düğümlere odaklıdır. Böyle tipler hep olumsuzu görüp eksik ve noksanı arar. Bu yüzden Rabbimiz Hucurât 6’da “Size bir fâsık haber getirdiğinde onu iyice tahkik edin.” şeklinde emreder. Zira kirli bilgi bir kavme haksız yere sataşıp yapılan iyiliklerin de heba olmasına sebep olur. Ayette geçen “kitap” teorik bilgi, “hüküm” o bilginin hayata sağlıklı yansıması, “nübüvvet” ise bunun bir sünnet oluşturmasıdır.

17- Ve onlara bu emirden beyyineler verdik. Oysa onlara ilim geldikten sonra aralarında azıp ihtilâfa düştüler. Muhakkak ki senin Rabbin kıyâm günü, ihtilâf ettikleri şeyler hakkında hüküm verecektir.

İlimden sonra ihtilafa düşmenin tek sebebi kendi düşüncelerini mutlak ilan edip farklı düşünceleri ötekileştirmeleridir. Gelen ilimden herkes bir fikir üretebilir. Önemli olan bu fikirler içinde işine geleni beğenip diğer fikir sahiplerini şeytanlaştırmamaktır. O yüzden ihtilaflar konusunda son hükmü Rabbe bırakmak çok değerlidir. Gönderilen vahiy ve yaşanan din konusunda son hükmü koyma iddiası hevanın ilah edinilmesi ve inançlı insanlara rabblik taslamak olacaktır (Tevbe: 31).

Ayetteki “mine'l-emr” ifadesinin bu bağlamdaki karşılığı, yapılması ve yapılmaması gereken talimat ve buyruklar olduğu anlaşılabilir. Bu durumda beyan edilen emir ne olur? Yoruma açık olmayan kesin ve net buyruklar, açıklığa kavuşturan emirler demektir. Emrin beyyine olması, ihtilafları en aza indirmesi açısından önemlidir. İhtilaftaki sebep emirlerin anlaşılmaz olması değil, insanların bağy olmalarıdır. 

Bağy kelimesi “sınırı aşmak, hakkıyla yetinmeyerek başkasının canına, malına, ırzına kastetmek, saldırıya yeltenmek veya saldırmak, haksız yere yükselmek, kendisine sulhun yolları ve biçimleri gösterildiği hâlde (ilmin gelmesi) haksızlıkla üst olma sevdası gütmek” anlamına gelen “beğa” fiilinin mastarıdır ve isim olarak kullanılır. Bu tutum sadece Yahudileşmiş İsrailoğulları’nda değil, bir ve beraber olan Mekkeli müşriklerin de düştüğü bir savrulmadır. 

Mekkeliler; kendilerine Hz. Peygamber ile kitap, hüküm ve nübüvvet geldikten sonra aralarında ihtilafa düştüler. İhtilafa düşenler aynı inancı paylaşan Haşimoğulları’ndan olan müşrikler ile diğer müşrik elebaşları arasında da gözlenmektedir. İhtilafın kıvılcımını çakan müşrik kodamanların Müslüman olanlara uyguladığı bağy’dir. Yani azgınlık ve insanlık dışı haksız işkenceleridir. Bu tutumları henüz vicdanları ölmemiş Haşimoğulları’ndan olan müşrikleri ve ezilen diğer halkı, Mekkeli müşriklere karşı muhalif konuma itmiştir. Aslında bu kadar işkence ve zulüm yapmasalardı kendi yandaşlarını kaybetmeyeceklerdi. O yüzden “Kim salih amel yaparsa kendine, kim kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.” Masumlara atılan her kurşun, dönüp dolaşıp atanı vurmuştur. 

18-Sonra seni bu emirde şeriat üzere kıldık. Öyleyse ona tâbi ol! Ve bilmeyenlerin hevalarına uyma!

Şeriat kelimesi Arapçada “şeraa” fiilinden türemiş bir mastardır. “Şeraa” sözlükte; yol açtı, yolu açık ve dümdüz yaptı, manasına gelir. Bu fiilin mastarı “şer'a”, açık ve dümdüz yola verilen bir isimdir. Bu mastar, “şer'a” şeklinde söylendiği gibi, “şir'a, şeri'a veya şeriat” şeklinde de söylenebilir. Bugünkü Arapçada büyük caddelere “şâria” denilmektedir. Şeriatı sırat, sebil ve tarikten ayıran mana onun yol değil yolun üzerinde takip edilip çıkılmaması gereken şerit çizgileri olmasıdır. 

Şeriat hükümlerini gönderene ve ortaya koyana; “şâri”, şeriat koymaya da “teşri”  denir. Türkçede günlük konuşmalarda kullanılan “meşru” kelimesi yapılanın şeriata uygun olması demektir. Misal nikâh meşru, zina gayrimeşrudur. Alın teri ve emek ile geçinmek meşru; hırsızlık yapmak, çalmak, yolsuzluk yapmak şeriata aykırı ve gayrimeşrudur. Zulüm, kumar, alkol, bir cana kıymak, yalan, iftira hülasa Kurân’daki tüm haramlar insanlığın zararınadır işleyen şeriatı terk etmiş ve gayrimeşru bir yola girmiştir. 

Şeriat tüm kötülüklerden uzak durarak kendi şeridinde düzgün bir hayat yaşamaktır. Kahrolsun şeriat sloganları atanların legali değil, illegal olanı savunmaları da ayrı bir cehalettir. Zaten ayetin devamı “Ve bilmeyenlerin hevalarına uyma!” şeklindedir. Eğer şeriat olmazsa orada herkes hevasına göre yolda ilerlemeye çalışır. Şerit çizgileri olmayan yolda kimse hedefine sağ salim ulaşamaz. Zira yol tıkanır. “Bilmeyenlerin hevalarına uyma!” emri, kuralsızlığı ve keyfi yargıları bir kenara bırak, şerittin de ilerle emridir. Tutarlı, her durumda ilkelerine ve kurallara sadık, safında sabırla ilerleme emridir. 

Şerit çizgileri duvar veya set gibi değildir. Biz bir labirentin içinde mecburi istikamette ilerleyen kobaylar da değiliz. Şeriat aslında bir tekliftir. Bu teklifin fayda ve zararı yolda ilerledikçe anlaşılır. Bunun üzerinden bir tebliğ ve hatırlatma yapılmalı, kimseye şeriat dayatılmamalıdır. Yoksa insanlar meşru olan şeriatı özgürlükleri engelleyen duvarlar gibi algılayıp ona körü körüne düşmanlık edebilir. Şeriatı olması gibi yaşayanların örnekliği toplumda yaygınlaştıkça halkın çoğunluğu zaten şerî bir yönetim sistemine gönüllü olacaktır.

19- Muhakkak ki onlar, Allah’tan bir şeye karşı seni ihtiyaçsız kılmaz. Muhakkak ki zalimler birbirinin evliyasıdır. Ve Allah, muttakilerin velisidir.

“Allah’tan bir şeye karşı seni ihtiyaçsız kılmaz.” ifadesi müşriklerin değer yargıları ile ilahî ve ulvî değerlerin kıyasıdır. Beşerî sistemler sınırlı ve sonlu bir vizyonla hazırlanmış geçici çözümlerdir. Bunlar insanların bağımlılığı ve muhtaçlığı üzerine kurulu sistemlerdir. Şeriatın amacı insanların bitmek bilmez isteklerini karşılamaktan ziyade onları muhtaçsız kılmaktır. Kapitale dayalı sistem, sürekli ihtiyaç uydurur. Bu sistemler sanal ihtiyaçlarla ayakta durur. Şerî emirler ise insanların mutlu ve uyum içinde yaşaması için sanal ihtiyaçlara muhtaç olmadığını öğretir. O yüzden kapitale dayalı sistem bağımlıları, şeritleri tutsaklık olarak algılar.

Evliyâ velinin çoğuludur. Yakın olduğu için koruyup kollayan arkadaşlıklar manasında müşrikler için bu ayette kullanılmıştır. Veli kelimesi ise onların bu arkadaşlıklarına, sahip çıkıp kollamalarına karşı Allah’ın dostluğunu ifade etmektedir (Arâf. 155-196, Secde. 4, Kehf: 17,Yusuf. 101). Allah’ı veli edinmek onun çizdiği ilkeler yolunda ilerlemektir. Allah’ın veli olduğuna iman eden muttakiler, kötülüklerden ilahî ve ulvî ilkelerine sığınan ve onun esmasını dost edinenlerdir. Kendi şeridinde ve evrensel değerler doğrultusunda ilerlemek hidayettir. Bu yolda olma hâli, aynı zamanda kişiye basiret kazandırır. İşte bu hâl, Allah’ın rahmetinin tecellisidir.

20- İşte bunlar, insanlar için basiretlerdir. Ve yakin hâsıl eden bir kavim için hidayet ve rahmettir.

Besâir kelimesi “basiret” kelimesinin çoğulu olup “aklın eşyanın hakikatini kavrama hâlini” ifade eder. Fizikî bir görmeden daha çok bir “içgörü, farkındalık ve bilinçlilik” hâlini ifade eder. Basiret bir sonraki adımı görebilmek iken, feraset mevcut ihtimallerin tamamını görüp değerlendirme demektir. Bu ayette neden “İman edenler için Kurân basirettir.” yerine “İnsanlar için bunlar birer basirettir.” denilmiş olabilir? Zira tanıyıp ünsiyet kuran tüm insanlar için Kurân’ın teklifleri, en doğru seçenek yani hidayet ve rahmete dayalı merhametli çözüm yollarıdır.

Rahmet sadece merhamet etmek değil, aynı zamanda merhamete muhtaç hâle düşülmesine engel olmaktır. Mekkeli müşrikler şiddet ve tehdit ile inançlarını korumaya çalışıyorlardı. Hiçbir kişi, grup ve inanç merhamete muhtaç duruma düşürüp başarı elde edilemez. 

Hidayet; inancını şiddetle dayatmak değil merhamet temeli üzerinden bir seçenek ve rehberlik sunmaktır. Rahmet, insanların merhamete muhtaç olup düşkün bir hâle düşmemesi için çaba sarf etmektir. Kurân’da merhamet kimin yaptığına bakılmaksızın övülürken, zulüm kimin yaptığına bakılmaksızın yerilmiştir. Kurân, yaşanılan mevzulara yakinen şahit olup kanıtları ve işaretleri görenlere bir basirettir. Buna kavuşan, rahmet temelli bir çıkış yolu olan hidayete erecektir.

21- Yoksa kötülüklerle yaralanan, inanan ve salih amel yapanlar gibi kılınacaklarını mı hesap ettiler? Onların hayatları ve ölümleri eşit mi olacak? Hüküm verdikleri şey ne kötü!

Âyetteki “cerahtum” kelimesi, “c-r-h” kökündendir. Bu kök kesici, zedeleyici bir vuruş veya kesme sonucu deride meydana gelmiş kanayan yarık/zedelenmedir. (Müfredat) Kurân’da 4 yerde bu kökten kelimeler kullanılmıştır. Kelime Maide 4’te “yaralanan avları getiren hayvanlar” manasında kullanılmıştır. Maide 45’te “göze göz, dişe diş ve yaraya yara” karşılığında kısas bağlamında yara manasında kullanılmıştır. Bu nedenle kelimenin burada “yaralanma, eksilme, zedelenme ve bozulma” manasında anlaşılması daha uygundur. Kaldı ki her kötülük, insanı yaralayarak adım adım eksiltir.


Burada kötülüklerle sıkıntı çekip yaralar alan müşriklerin salih amel ortaya koyan müminler ile bir tutulmaması gerektiği ifade edilmiştir. Yani ayet “Onlar da kendi inançları için mücadele veriyor.” çıkarımını reddeder. Burada kötülüklerden yani boykottan yara alan iki grup vardır: Biri Haşimoğulları’ndan olan müminler, diğeri ise yine Haşimoğulları’ndan olan müşrikler. İkisi de aynı safta olmasına ve aynı hayatı yaşayıp ölmelerine rağmen aralarında özde temel bir fark olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu temel fark, müminlerin insanî temel değerler olan adalet, eşitlik ve merhamet uğrunda yaşayıp ölmeleri iken müşriklerin mücadelesinin temelinde kavmiyetçi ve ırkçı bakışlarının olmasıdır. 


22-Ve her nefse kesp ettiğinin karşılığı verilsin diye Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Ve onlara zulmedilmez.

Ayette gökler ve yer denerek hayatın tamamına ait bir yasadan bahsedilir. O yasa da hiç kimsenin -ki bunda istisna yoktur- yaptığı iyilik veya kötülüğün özellikle bu dünyadan başlayarak devam eden süreçlerde karşılıksız kalmayacağıdır.

23- Hevâsını ilah edineni gördün mü? Ve Allah, onu bir ilim üzere dalâlette bıraktı. Onun işitmesini ve kalbini mühürledi. Ve onun görüşünü perdeledi. Bu durumda Allah’tan uzak kimseyi kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?

Ayette neden “nefis” değil de “hevâ” kelimesi seçildi? Hevâsını ilah edinmek tüm nefsani istekleri yerine getirmek, canı ne istiyorsa yapmak değildir. Zira nefsani bazı istek ve arzular hayatın devamı için elzemdir. Bu nedenle heva denilen nefsin boş ve anlamsız istekleri manasında daha özel bir durumdan burada bahsedilir.

“Hevâyı ilah edinmek” bir şirk türü değil şirkin en temel sebebidir. Hiçbir müşrik “hevâsını” ilah edinmeden Allah’a ortak koşamaz. Putlar, ikonlar, mal-mülk, zevkusefa vs. tüm şirklerin temeli hevânın ilah edinilmesidir. 

Hevâ, “boş, hava dolu, sonuçsuz, değersiz” anlamlarına gelir. Hevâda bir kalıcılık yoktur. Geçici heveslerin kaynağı hevâdır. Hevâ tamamen kişinin kendisi ile alâkalı bencil arzu ve isteklerdir. Bu durumda kişi kendini merkeze (benmerkezcilik)  koymaktadır. Her şeyde kendi görüşünü, fikrini ve hevâsını merkeze koyup her şeyi kendine dayandırmaktır. Bu hâlde olan için her şeyin doğrusu ve esasını, anlamsızlığa götüren duygusal düşünceler belirler. 

Egosantrik, kendi aklını ve duygusunu ölçü ve örnek olarak alır. Herkesin doğru olarak kabul ettiği en mübin bilgileri bile reddedip hevâsını körü körüne savunabilir. Bu durum, hastalıklı dindarlarda görülebildiği gibi ateistlerde de görülebilir. Misal olarak putlarının kendi oydukları ve hiçbir işe yaramayan taşlar olduğunu bilmelerine rağmen onların ilah olduğunu körü körüne savunan biri aslında hevâsını ilah edinmiştir. Sadece gözüyle gördüğüne inandıklarını söyleyenler de egosantriktir. Bu kişiler yeni fikirlere kapalı, bağnaz ve ilerleme karşıtıdır. Dünyayı uzayın merkezi ve düz olduğunu iddia edenler de aslında egosantriktir. 

Kendini ve hevâsını merkeze koyma ilkel beynin tezahürüdür. Eğer kişi gelişim döneminde bu durumu arkada bırakmadıysa ileriki zamanlarda davranış veya ruhsal bozukluk olarak karşımıza çıkar. Ayette bu hastalığın da Allah’tan bir ilim üzere gerçekleştiği ifade edilmiştir Yani Allah hâşâ hevâsına göre istediğini dalâlette bırakıp istediğini hidayete erdirmez. Bunu hevâya göre değil bir ilim üzere gerçekleştirir. İlim üzere hareket etmek sübjektifliği en aza indirip ilkeli ve kurallı olmaktır. Bu ifade Rabbimizin insan gelişimine koyduğu yasaları ifade etmektedir. İnsan kendini ve isteklerini terbiye etmekle mükelleftir. Her istediği olan, mütref bir hayat yaşayıp şımaran yetişkinlerin hevâları yani canları sözden, dur duraktan anlamayan şımarık bir çocuk seviyesinde kalır. Zira her istediklerini yapabilecekleri zannı olgunlaşmamış bir kişiliğin göstergesidir. Bu kişiler paylaşımcı değil bencildir. Yasak ve sınır tanımazlar. Anı yaşamak ve haz almak için suç bile işlerler. Çünkü artık onların ilahı hevâlarıdır. Hevânın emirleri, sorgusuz bir şekilde yerine getirmek zorunda hissederler. 

Oysa insana verilen irade onu hayatın öznesi yapmak içindir. İlkel arzularını dizginleyemeyen biri madde bağımlısı veya şehvet bağımlısı olup zarar verir, aldatır, çalar, hevâsı için yalan söyler, hak yer, torpil arayıp kendi çıkarlarını her şeyden üstün tutar. Menfaatine tapınmanın temelinde kendisinin aşırı önemli ve değerli olduğu zannı yatar. Bu da kibrin sonucudur. Hevâyı ilah edinmek kişiyi Allah’tan uzaklaştırır. Paylaşmak, iyilik, hoşgörü, bağışlama, affetme, ikram etme gibi esmaların tamamı bencil istekler peşinde koşanlarda tecelli etmediği için kişi Allah’tan yani bu değerlerden uzaklaşır. 

Aslında hevâyı ilah edinmek bir sebep değil bir sonuçtur. Kişi önce narsist kişilik bozukluğu belirtileri gösterir. Ergenlikle başlayan kendi bedenini ve zihnini aşırı beğenme tevazuyu öldürür ve kibri besler. Bu hâl kemale doğru terbiye edilmezse kişiyi hevâsını ilah edinmeye kadar sürükler. “Sem ve kalbin hâtemi/mührü, öz hayranlık olan narsizmin ve hevâyı merkeze koymanın cezasıdır/karşılığıdır. Artık kişi kendi çıkarına ters olan görüşlere karşı sağırdır. Şair İsmet Özel’in dediği gibi "İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağırdır.” Bu sağırlık da kulaktaki mühürdür. 

Kalbin mührü ise kişinin öz eleştiri yapamadığını ifade eder. Kalbi mühürlenenin zihninde yeni fikirler inkılap edip revize olmaz. Mühürlenen yürek inkılap sıfatını yitirmiştir. Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi “İmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür... İmansız olan paslı yürek, sinede yüktür!” 

Basardaki gışavet” yani gözü bürüyen perde haksızlığa karşı körlüğü anlatan muazzam ifadelerdir. Hevâsını ilah edinenlerin zulmünü görmezlikten gelmek, zalimi cesaretlendirmiştir. Bu tip nüzul ortamında müminlere karşı yapılan işkenceleri bilir, görür ancak hevâsını İlah edindiği için yokmuş gibi hareket eder. Kalbindeki bâtıl inançlarını sırf hevasına hizmet ettiği için sorgulayıp inkılap ettiremez. Bu yüzden zalimlerle dostluk ilişkilerine devam eder. Bu tipin katille, hırsızla, ahlâksızla arkadaş kalıp sanki bu suçları işlememiş gibi onlarla dostluk ilişkilerini devam ettirmelerinin tek sebebi menfaatlerinin öyle emretmesidir. 

Ayette bir kişi üzerinden bu salgın hastalığa dikkat çekilmiştir. Furkân 43’te “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Yoksa sen mi ona vekil olacaksın?” ifadesi vardır. “…gördün mü?” sorusu muhatabın gözünü açmak içindir. Zira kişi sevdiğinin zaaflarına kördür. Bu ayet hevâsını ilah edinenleri savunup onlara “vekil” olmaya, böylece onları aklamaya çalışmanın hata olduğunu net olarak ifade etmiştir. 

Her insan akrabasını, arkadaşını veya dostunu savunma eğilimindedir. Ayette Allah Resulü’nü koruyup kollayan, onu savunan ancak hevâsına, boş inançlarına, nam ve şöhretine ilah gibi sarılan birinden bahsedilir. Bu kişiye muhabbet -onun hevâsını ilah edindiğini gizleyen bir durumu olduğu içindir ki- ayette “…gördün mü” şeklinde bir soruyla önlenmeye çalışılır. 

Ayrıca hevâyı ilah edinme çok sinsi ilerleyen bir hastalıktır. Kime sorsan bunu inkâr eder. Ancak bu maraz kritik kararlarda, özellikle fedakârlık gerektiren anlarda belirir. Kişi hakkı ve adil olanı değil de menfaatini önceliyorsa “hevâsını ilah edinme” yoluna girmiştir. Bu kişi ve bunun gibi olanların temel argümanı ahiretsiz bir dünya inancıdır.

24-Ve dediler ki: "Yaşayıp öldüğümüz dünya hayatımızdan başkası yoktur. Ve bizi dehrden başka bir şey helâk etmez.” Ve onların bu konuda ilmi yoktur. Onlar sadece zannederler.

Bu ayette çoğul, bir üsteki ayette ise tekil bir kullanım vardır. Ahireti olmayan bir dünya inanmış müşrikler (çoğul) hevanın ilah edilmesine (tekil) sebep olmuştur.

Kurân’da “dehr” 2 ayette geçer (İnsan: 1, Câsiye: 24). Dehr, “zaman”dan farklıdır. Çünkü zaman, kısa-uzun her müddet anlamına gelir. Dehrin asıl anlamı, ilk vücuda geldiğinden son bulacağı ana kadar olan âlemin süresidir (Müfredat). Benmerkezci olup hevâyı ilah edinmenin temel sebebi bu okuduğumuz ayette ifade edilmiştir. Kişinin, kendini ve yaşadığı zaman dilimini yegâne ölçü görüp sadece bu hayatın olduğunu zannettiğinde hevâsını ilah edinmekten başka çaresi kalmaz. Tarihsiz ve ahirsiz yani geleceği olmayan bir hayatı benimseyenlerin hevâlarını ilah edinmekten başka çareleri kalmaz. Kadirimutlak olana bir gün mutlaka rücu edeceğine inanmayıp ahirini yitiren birinin dünyası ve vizyonu küçüldükçe küçülür. Artık tüm derdi ilahi ve ulvi değerlere yükselmek değil hayvani arzuları beslemektir. 

Allah’a ortak koşmak dediğimiz şirkin çeşitleri temelde hevâsını O’na ortak koşarak başlar. Bu aşamadan sonra kimi şeyhini, ruhbanını veya rahipleri kimi de Meryem oğlu İsa’yı Allah’a ortak koşar. Bu zaviyeden bakıldığında sadece putlara tapanlar değil diğer inançlar da müşrik kapsamına girer. Kendi mantığına tapıp “Ben sadece gördüğümü bilirim.” diyen ateistler de aslında müşriktir. Görüldüğü gibi Kurân’da “Bu putlar bizim Allah katındaki şefaatçilerimizdir.” (Yûnus: 18) diyen, Allah’a ve ahirete iman eden müşrikler de vardır. Yasin 78’de ifade edildiği gibi “Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diyen ateist müşrikler de vardır. Okuduğumuz Câsiye 24’te de “Bizi tabiat var etti, zaman yok edecek!” diyen müşrik zihniyetini de öğrenmekteyiz. Aslında Kurân’a göre dünyada iki temel inanç vardır: Biri tevhit, diğeri şirktir.  

Dehriyye (âlemin ezelî olduğunu ve bir yaratıcısının bulunmadığını savunan materyalist felsefe) akımına kapılanlar, bu âlemin kıdemliğine ve ebediliğine inanmışlardır. Onların öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmede en büyük şüpheleri dünya hayatından başka bir hayatın olmadığına inanmaları ve zamana öldürücülük atfetmeleridir. Dehriyye’ye göre zaman, tasarruf sahibi olup fani olmayacak bir güçtür. Dehriler bu âlemin fâni olacağına ihtimal verseler ikinci hayatı gerektiren delillerin farkına varacaklardır. Dirilmeyi ve ahiret hayatını inkâr eden dehriler (metaryalistler), ölümü “dehr” denilen sürekli zamana veya tabiata bağlayarak onun dışında ve üstündeki hakiki müessir olan Allah’ı tanımadıklarını ifade ederler. Bunlara göre ölümü, gece ve gündüz, yani zaman hazırlar. Bütün olaylar zamana dayandırılır. 

Şu an biliyoruz ki zaman dediğimiz süreç bizim algımız ile alâkalıdır. Bazen uzun algılanır bazen kısa. Tamamen görece bir durumdur. Kurân bu hakikate şöyle dikkat çeker: “Rabbinin katındaki bir gün, sizin saydığınız bin sene gibidir.” (Hac: 47) Zaman ve mekânı mutlaklaştırma kişinin özgür düşünmesine ve inanmasına engel oluşturan birer barikata dönüşebilir. İnsan öteleri düşünüp hayal edebiliyorsa zamanı aşkın hisleri ve görüşleri varsa “dehr” nasıl tanrı olabilir? Zaman olsa olsa Allah’ın varlığa koyduğu bir yasadır. Yasayı kabul edip o yasayı belirleyen kadirimutlak gücü inkâr sadece zanna tâbi olmaktır.

25-Onlara ayetlerimiz beyan edilip tilavet edildiği zaman onların hüccetleri: “Eğer siz sadıksanız babalarımızı getirin!” demekten başka bir şey olmadı.

Ahiretin olmadığının delili ölen birinin geri gelmemesi olamaz. Bu iddia sadece ölen birinin vücut bütünlüğü bozulduğu için yeni bir beden olmadan geri gelemeyeceğinin delili olur. Ölenin diriltilmesi isteği, maddi dünyayı merkeze almanın sonucudur. Bu dünya zaten bir kez yaşandı ve sonlandı. Bir üst aşamaya yükselen neden geldiği yolu bir kez daha yürüsün? Düşük ve aşağıda olan maddi konuma neden gerilesin? Kötülerin geri gelmesi onlara hak etmedikleri bir mükâfat vermek olur ki bu adalete aykırıdır. İyilerin/cennetliklerin o üst âlemden geri gelmesi, onları hak etmedikleri bir muamele ile cezalandırmak olur ki, bu da adalete aykırıdır. Duhân 36’da da dile getirilen bu talep şu yasaya terstir:

26- De ki: “Allah size bir hayat verir. Sonra sizi öldürür. Sonra sizi, hakkında belirsizlik olmayan kıyam günü bir araya getirir. Ve lakin insanların çoğu bunu bilmezler."

Bu izah enerjinin korunumu yasasına dayanır. Eğer bir yerde hayat ve onu devam ettiren bir enerji varsa o asla tamamen yok olmaz, sadece hâl değiştirir. Ayette bu hâl değişimleri ifade edilmiştir. Önce bu maddi hayat, arkasından ölüm denilen hâl -değişim süreci arkasından döngüsel, farklı bir zaman ve mekânda yaşanacak olan öteki hayat- ahiret olarak anlatılır. Gökleri ve yeri var edenin belirlediği bu yasa aslında hiçbir şeyin boşa gitmediğinin ve bâtıl olmadığının ispatıdır. 

27- Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Ve saatin vuku bulacağı gün, bâtıl olanlar hüsranda olacaktır.

O saatin vuku bulacağı gün ifadesindeki “yevm” kelimesi bir süreç iken, o saat bu süreç içindeki daha özel bir zaman dilimidir. O saat için, gün denilen sürecin içindeki şartlar olgunlaşmalıdır. Bu yüzden ayette bir zamanlamadan bahsedilir. Hâl değişimini bizim algılayabilmemiz için çok uzun zaman dilimleri gerekebilir. Kurân’ın hiçbir yerinde bu konuya ilişkin bir zaman verilmez. Zira pasif durumdaki bilinçler bu zamanı algılayamaz. İsrâ 52, bu hakikati şöyle ifade etmiştir: “Sizi çağıracağı gün, artık O’na hamd ile icabet edeceksiniz. Ve orada (toprağın altında/kabirde) pek az kaldığınızı zannedeceksiniz.” Bu az süre Müminûn 113. ayetinde de ifade edilmiştir. Tâhâ suresi 102 ile 104’te sûra üfürüldükten sonra ölüm hâlinde kimisinin “10 gün kaldığını” kimisinin de “bir gün kaldığını zannettikleri” anlatılır.

Zira saate bakmayan biri için ne kadar uyuduğu tamamen görecedir. Ayetlerde yeni bir hayata dirilen insanların görece süreler vermesi bu nedenledir. Ömrünü bâtıl olanlar ile geçirip hevâ ve hevesinin peşinde koşanların ölüm denilen hâl değişiminin arkasından yeni bir hayat için sermayelerinin kalmayacağı anlatılmıştır. Buradaki sermaye maddi değil manevidir. Kişiliğini, karakterini kemale taşıyamayanlar kötü karakterleri ile kalakalacaktır. Artık bu yeni boyutta terbiye ve ıslah söz konusu değildir. Onların hâlleri değişmeyeceği (hâlit olduğu) için geri dönüşü olmayan ve geçmeyen bir hüsran hâlinde kalırlar. İşte cehennem, tam da budur.

28- Ve her ümmeti diz çökmüş olarak görürsün. Her ümmet kitaplarına davet edilir. O gün yapmış olduğunuz şeylerin karşılığı verilir.

Câsiye kelimesi, “hiç hareket etmeden dizüstü oturanlar” anlamında olup Semûd halkının düştüğü perişanlık da bu kelimeyle anlatılmaktadır. (Arâf: 78, Hûd: 94) Leys, "Câsiye, tıpkı kişinin, hâkimin huzurunda çökmesi gibi, diz üzere oturan demektir" der. Dilciler, "cezv" mastarının kurtuluşu sağlama bakımından, "cesv" den daha ileri manada olduğunu, zira "câzî" nin, ayak parmaklarının uçları üzerinde oturan manasına olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas da, "câsiye" kelimesine, "bir araya gelmiş ve yaptıkları şeyi gözetleyiciler, bekleyiciler" manasını vermiştir (Râzî). Buradaki her ümmet, iyiler ve salih insanların oluşturduğu ümmetler değil kötülükte bir araya gelen bütün çete ve gruplardır. Zira iyiler, insanları zulümle dizüstü çöktürmez. Bu nedenle böyle bir muameleye layık tutulmaz. 

Kitab burada “Ahiretteki sicil ve amel defteri” manasındadır. “Oku kitabını! Bugün hesap görücü olarak sen sana yetersin.” (İsrâ: 14) (Bkz. Hâkka: 19-20, Nebe: 29, İnşikâk: 7, Kehf: 49, , Müminûn: 62)

29- İşte bu bizim kitabımız ki, size karşı hakkı dile getirir. Muhakkak ki biz, yapmış olduğunuz şeylerin nüshasını çıkarıyorduk.

“Nüshasını çıkarıyorduk.” manasını verdiğimiz “nestensihu” kelimesinin kökü “n-s-h” dir. Bu kök Kurân’da 4 yerde geçer. “Ve Mûsâ’nın öfkesi sakinleştiği zaman levhaları aldı. Rabblerinden korkanlar için onun nüshalarında hidâyet ve rahmet vardır.” (Arâf: 154) Kelime Müfredat’ta şöyle ifade edilmiştir: Silmek, bozmak, iptal etmek, değiştirmek, kopyasını çıkarmak anlamlarına gelen “naskh” kavramı, bir şeyi, kendisinden sonra gelen bir şeyle bertaraf etmektir. Gölgenin güneşi, ihtiyarlığın gençliği nesih etmesi gibi. Buna göre nesih bazen yok etmek bazen var etmek bazen de her iki anlama gelmektedir.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Allah'ın amel defterine ihtiyacı var mıdır? İsrâ 96 şöyledir: “De ki: 'Benimle sizin aranızda, şâhit olarak Allah yeter. Muhakkak ki O, kullarından haberdardır, onları görendir.’ ” Bakara 255’te ise “Onu ne unutma tutar ne de uyku.” buyrulur. Öyleyse amel defteri sadece suçlananların tatmin olması için midir? Allah “Sen şunları yaptın.” dese ve suçluya o yaptığı amelleri hatırlasa buna kim itiraz edebilir? Oysa amel defterine Allah’ın ihtiyacı yoktur, ancak bizi haşredecek ve yargılayacak sorgu meleklerinin/meleyiâlânın buna ihtiyacı vardır. Zira onlar hem unutur hem de gaybı bilmez. O yüzden ayetlerde hep “biz” şeklinde çoğul bir fiil kullanımı vardır. (Haşr ile alâkalı bkz. Tâhâ: 124, İsrâ: 71, Meryem: 68) Diz çöküp hakkı ortaya çıkaran amel defterlerini okuyanlar cehennemliklerdir. Şimdi salihlerden bahsedilecektir.

30- Fakat inanan ve salih amel yapanların Rabbleri onları rahmetine dâhil eder. İşte bu apaçık kurtuluştur. 

Rahmete dâhil olmak iyi bir insan olup salih ameller yaparak Rahmân’ın merhametini dünyada tecelli ettirmektir. Bu ahlâkın herkes tarafından imrenilen ve bilinen apaçık bir kurtuluş/başarı olduğu aşikârdır. Ancak bunu hevâya rağmen başarabilenler pek azdır. Herkes merhametin temsilcisi olmayı ister, ancak bunu ameller ile ispatlayan neden bu kadar azdır?

31- Ve fakat örtenlere… “Âyetlerim size tilavet edildiğinde büyüklük kuruntusunda olan siz değil miydiniz? Ve siz, mücrim bir kavim oldunuz.”

Bu ifadeler 8. ayetin devamı ve cevabı hükmündedir. Bu iki ayeti beraber okuduğumuzda ayetleri işitip duymazlıktan gelmenin kişiyi nasıl suça sürüklediği sonucuna ulaşabiliriz. Ayetleri işitip hafife alanla işitip kulak ardı edenlerin suçta tek bir kavim gibi hareket ettikleri ifade edilmiştir. Kavmiyetçi, partici, aşiretçi ve ırkçı olanlar özünde suça ve adaletsizliklere yaklaşır. Zira bu grupların mensupları torpil yapmaya, haklı veya haksız olduğuna bakmaksızın kendi grubundakileri savunmaya meyaldır. 

Sürü güdüsü özeleştiriye engeldir. Kalabalık ve güç artıkça grup mensuplarına hesap sorulamayacağı zannı artar. Çözüm Allah’ın vaadi olan hesap gününe imandır.

32- Ve onlara “Allah’ın vaadi ve hakkında belirsizliğin olmadığı o saat haktır.” denildiği zaman “Biz o saatin ne olduğunu bilmeyiz. Sadece bir zan olduğunu zannediyoruz. Ve biz, ikna olanlardan değiliz.” dediniz.

Bir insanın bilmediği ve tecrübe edip öğrenmediği bir konu hakkında “kesin olmadığını” söylemesi ne ilmidir ne de hikmetlidir. İnsanın bilmediği âlemler hakkında sırf zanları ile sonuca varması, vardığı zanni çıkarımları körü körüne savunması kibir ve hevâyı ilah edinmesinin tezahürüdür. Hesap verme ihtimalini bile inkâr söz konusu ise bu durum, mutlaka gizlenen suçların olduğuna işarettir.

33- Ve yaptıkları şeylerin kötülükleri ortaya çıktı. Ve hafife aldıkları şey, onları sarıverdi.

Ayet “ve beda” ile başlar. Kelimenin kökü olan “b-d-v” bir şeyin apaçık ortaya çıkışını ifade eder. Kurân’da 31 yerde bu kök geçer. Aynı kökten olan bedevi her şeyi aşikâr olan, açıkta serili olarak yaşayanlar iken, zıddı toplumsal kurallara tâbi olan medenidir. Bir kötülüğün aşikâr olması, serilip ortaya dökülmesi aslında kötülüğün, suçun ve zulmün nelere mal olduğunun ve verdiği zararların zamanla ortaya çıkmasıdır. Hafife alınan bunun sonuçlarıdır. Kötülüğün sonuçları ve verdiği zarar ne kadar gizlenirse zalimin zulmü ve kötülüğün yaygınlaşıp huy hâline gelmesi o oranda artar. Bu hâl yaşanan ve sığınak olması gereken şehirleri cehenneme çevirmeye yeter. Müşrik elebaşlarının insanlık dışı muamelelerinin yanlarında kalacağı zannı, hakları örtmelerinin temel sebebidir. 

34- Ve denildi ki: “Bugüne kavuşmayı unuttuğunuz gibi biz de sizi bugün unutacağız. Ve sığınağınız ateştir. Ve sizin için bir yardımcı da yoktur.”

Kurân'da geçtiği şekilde nisyan, sıradan unutma değil; daha çok, ihmal sonucu olan kasıtlı bir umursamazlıktır. Yine bu ceza dünyada yapılanların tam karşılığıdır.  Mekke’yi Müslümanlar için bir barınak değil cehenneme çevirenler, onları bağlayıp günlerce açlığa ve susuzluğa terk edip unutanlar, yardım etmek isteyenleri bile engelleyenler bir gün aynı duruma kendileri düşecektir. Buradaki unutulma, kötülerin kayda değer hiçbir bakiyesinin olmaması sonucudur. Suçlular, değersiz ve önemsiz bir hâlde unutulup gitmeyi hak eder. Yoksa nam ve şöhret kötülükleri besler.

35-İşte bu, Allah’ın âyetlerini hafife almanız sebebiyledir. Ve sizi dünya hayatı aldattı. Öyleyse o gün oradan çıkarılmazlar. Ve onlardan bir özür istenmez.

İsti'tâb kelimesi, "rızalık istemek" Rağıb’ın ifadesiyle “kişinin hoşnut edilmesi için talepte bulunması” anlamına gelmektedir. Kime karşı hata işlenmiş ise onun gönlünün hoşnutluğu alınmalıdır. Bu gönül alma yoksa hata eden hatasını ve öfkesini devam ettiriyor demektir. 

Yusta’tebûne fiili onlardan, zamanı geçtiğinden dolayı zulmettiklerini razı etmelerinin istenmeyeceğini bildirir. Zira telafi fırsatları kalmamıştır. Hakikat, adalet merhamet, iyilik, paylaşmak, gibi Kurân’î değerleri hiçe sayıp onları hafife alarak işlenen her suç ve günah kötü izler bırakır. Bu izler, kişilik ve karakteri olumsuz yönde bozar. Ölümden önce bunu düzeltemeyenlerin artık ölüm sonrası hâlleri hâlittir. Orada ne telafi imkânı bulabilirler ne de o kötü izlerden kurtulabilirler. (Bu ayetin benzeri için bkz. Rûm: 57, Nahl: 84) Sonuç olarak kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere dirilir.

36- Öyleyse hamd; göklerin, yerin ve âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.

Gökler ve yerin rabbi denildikten sonra neden bir daha âlemlerin rabbi denilmiştir? Gökler ve yer ifadesi kullanılmadan sadece “Âlemlerin rabbidir.” denilse yeterli olmaz mıydı? Âlemlere gökler ve yerde girer mi acaba? 

Ayete göre bir ezber bozulmuştur. Şöyle ki “Göklerin rabbi…” dünya dışında kalan tüm varlıkların rabbi, efendisi, sahibi ve terbiye edeni demektir. “Arzın rabbi” dünyada bulunan tüm yaşamın, canlıların hayvan ve bitkilerin efendisi sahibi demek iken “âlemlerin rabbi” ifadesi ise Sümerlerin, Mısırlıların, Arapların, Farsların ve diğer insan topluluklarının rabbi, sahibi ve efendisi manasındadır. Bu ifade Kurân’ın evrenselliğinin beyanıdır.

Hamdin yani övgülerin tek Allah’ta toplanmasının sebebi nedir? Zira insan neyi haddinden fazla över ve gözünde büyütürse onu rabb olarak beller. Bu nedenle övgüyü âlemlerin rabbine tahsis, bireyi ve toplumu şirkten korur. Hamdi âlemlerin rabbine tahsis etmek için yapılması gereken, son ayeti yaşamaktır.

37-Göklerde ve yerde kibriya, O’na mahsustur. Ve O, Azîz’dir, Hakîm’dir.

Kibriyâ kavramı Hz. Musa’nın firavun ve meleleri arasındaki diyalogda şöyle karşımıza çıkar: “Dediler ki: ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden bizi çevirmek için ve yeryüzünde kibriyâ sizin olsun diye mi bize geldiniz?’ “  (Yûnus: 78) Babaların yapageldiği din iken Kibriya din üzerinden elde edilen yönetim gücüdür. Hz. Musa ve Harun’un insanların köleleştirilmesi üzerinden yaptıkları hak arayışı firavun ve yönetimi tarafında bir tür aşiretçilik ve ırkçılık olarak lanse edilmiştir. Bu yüzden “kibriya” kelimesinin seçildiği anlaşılmaktadır. Zira kibriya kalabalıkların getirdiği büyüklük ve iktidar gücüdür. 

Kibriya’yı kebir’den ayıran, siyasi erki elinde bulundurmaktır. Her insan hak edilmemiş övgüler karşısında kibirlenir. Bunu önlemenin yolu hamdi; övgüden ve büyüklenmeden etkilenmeyen Allah’a tahsis etmektir. Zira Allah’ın ne övgüye ne de büyüklenmeye ihtiyacı vardır. Burada muhtaç olan övgünün adresi değişince kibirlenen insanoğludur. Bütün mahlûkat, lisanıhâl ile kendini var eden o büyük güce hamd eder. Varlığın muazzamlığı, onu var edenin kibriya’sının ispatıdır. 

Osmanlı bu şuuru bir dönem bayram namazı için camiye giren padişahlara uygulamıştır. Padişah camiye girerken saray ağaları hep bir ağızdan “Mağrur olma padişahım! Senden büyük Allah var!” diye seslenirlerdi. Bunun sebebi, siyasi gücün kibriyaya dönüşme tehlikesini bertaraf etmektir.

Casiye suresinin tamamına yayılan tema, gücü elinde tutan müstekbir ve mütekebbirlerin çevrelerine verdikleri zarar ve zulmüdür. İzzetli ve hikmetli bir iktidar için yapılması gereken; aşiretçi, kavimci ve partizan bakışa tevbe edip övgü ve büyüklüğü âlemlerin Rabbine tahsis etmektir.  

Casiye süreninden anladıklarımız şimdilik bunlardır. En doğrusunu Kebir ve Hamid olan Allah bilir.


 
Eklenme Tarihi : 24.05.2024 09:51:34
Okunma Sayısı : 441