إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ أُوْلَـئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَتَ اللّهِ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

218- Onlar ki; iman ettiler, hicret ettiler (küfürden, günahtan ve yurtlarından), Allah yolunda cihat (ciddi gayret) ettiler. İşte onlar, Allah'ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, acıyandır. (Bakara:218)



.





Hud Suresi

Hûd Sûresi

Sûre adını 50 ile 60. âyetler arasında kıssası nakledilen Hûd Peygamber’den almıştır. Sûre tüm ilk nüzul tertiplerinde Yûnus ve Yûsuf sûreleri arasında yer alır. Hûd kıssası Arâf ve Şuarâ’da da yer almış olmakla birlikte bu sûrede çok daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır.  Hûd sûresi hem üslûp hem de içerik bakımından bir önceki Yûnus sûresine benzer. Zaten iki sûre de “elif-lâm-râ” ile başlamaktadır. Sûrede sırası ile “elif=tevhit, lâm=şirk ve râ=âfetler ve kavimlerin helâkleri” konu başlıkları işlenecektir. Hz. Peygamber, “Hûd sûresi ve kardeşleri beni ihtiyar­lattı.” mealindeki hadisiyle de bu ağır sorumlulukları hatırlatan içeriğe işâret etmektedir. (Tirmizî, Kurtubî) Biz, “elif-lâm-râ” ile başlayan bu beş kardeş sûrenin sırasıyla Yûnus, Hûd, Yûsuf, İbrâhîm ve Hicr olduğu kanaatindeyiz. Bazı peygamberlerin kıssalarına Yûnus sûresinde özet, burada ise daha geniş bir şekilde yer verilerek konular devam ettirilmiştir. Sûrede Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhîm, Lût, Şuayb ve Mûsâ peygam­berin kıssası anlatılmaktadır.

Rahmân Rahîm Allah’ın ismi ile

1-Elif, lâm, râ! Âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır. Sonra Hakîm, Habîr tarafından tafsil olunmuştur.

Kitap, ilâhî bilgiyi taşıyan başlı başına bir okulu temsil etmektedir. İnsanlığa şekil veren, insanlığın gelişimini, değişimini ve canlı kalmasını temin eden bilgiler bütünüdür.

Uhkimet kelimesi, Yûnus sûresinin birinci âyetinde Kurân’ın “hakîm” sıfatı için, burada ise meçhûl fiil kalıbında kullanılmıştır. Bu kelime “sağlamlaştırılmış, boşluktan uzak olan, bozulma ihtimali olmayan, muntazam” demektir. Türkçemizde kullandığımız “ihkâm, tahkim, istihkâm taburu, istihkâm bölüğü” kelimeleri aynı kökten türemiştir. Âyetlerin sağlam kılınmasından maksat, hurûfumukatta denilen kesik şekiller ile konuların ayrılması, birçok konuya değinen âyetlerin bozukluk, eksiklik, noksanlık ve çelişkiden uzak olacak şekilde düzenlenmesidir. Zaten çelişki ve çelişme anlamındaki tenakuz, muhkem olmanın zıddıdır. İbn Abbas’a göre muhkem kitap, âyetlerinin nesh edilemeyeceği, yani kaldırılamayacağı anlamında yerlerinin, hükümlerinin sağlamlığı manasındadır.

Lâfzen “sonra” anlamına gelen “summe” kelimesi, zamansal bir sonralıktır. Önce ilkeler muhkem kılınmıştır yani belirlenmiş, sonra insan idrakine uygun olarak hayatın içine fussilet edilmiştir. Fussılet, kelimesi de “bir şeyi, bir konuyu, bir ibareyi parçalara böle­rek tafsil etmek, analizini yaparak açıklamaktır.” Muhkem/doğru ve sağlam ilkelerin yirmi üç yılda ih­tiyaçlara göre fasıla fasıla, hayatın içine inmiş olması fussilet kelimesiyle anlatılmıştır. Âyetin “Hakîm ve Habîr” esmâsı ile sonlanması, bu yorumumuzun gerekçesidir. Her şeyden haberdar olan Allah tarafından âyetler hikmetle, yani yerli yerince indirilmiştir. “İnde” katından demek ilen,  “ledün” kelimesi “tarafından, benden, yanımdan” an­lamına gelmektedir. Ledün, inde kelimesinden “daha özel ve dolaysız bir mahiyete sahiptir.” Özetle Allah’ın âyetleri değişmez, fıtrî ilkelere dayanarak muhkem kılınmış, sonra doğru zaman ve zeminde fasıla fasıla (fussilet) indirilerek hayatı ve insanı tefsir edip anlamlandırmıştır. Hakîm ve Habîr olan Allah indirdiği âyetlerle hem kullarına doğru hükümler verebilmeyi öğretmiş hem de onları gaybdan haberdar etmiştir.

2- Allah’tan başkasına kul olmayın diye… Muhakkak ki ben, O’ndan sizin için bir uyarıcı ve müjdeciyim.

Bu âyeti, birinci âyete bağlı olarak düşünür ve ele alırsak, kitabın neden indirildiğini anlamış oluruz. Kitabın fasıla fasıla hayatın içine açık ve anlaşılır bir şekilde indirilişinin ilk nedeni eliftir, yani tevhittir. İkinci nedeni lâm yani şirkin, kula kulluğun önüne geçmektir. İlk âyet elif, ikinci âyet lâm hurûfumukattasına karşılık gelmektedir. Nezîr kelimesi, uyarıcı demektir. Uyarmak ise, bir şeyin sonundaki tehlikeye dikkat çekerek muhatabı o tehlikeden sakındırmayı amaçlar. Beşîr ise mübeşşir manasındadır. Müjdeleyen, sevindiren, doğru bir şeyi haber veren demektir. Hakîm ismine imânın gereği, insanın kendi kararlarını kendisinin verebilmesidir. Kulun irâdesini, yani karar verme hürriyetini başka kullara vermesi kula kulluktur. Allah muhkem kıldığı, yani fıtrata kazıdığı ile örtüşen evrensel âyetleri ile kullarını haberdar eder ki, onlar irâdelerini başkalarının eline verip kulluklarına, kişiliklerine ve insanlıklarına halel getirmesinler.

3- Ve Rabbinizden mağfiret isteyin! Sonra O’na tevbe edin ki, belirlenmiş bir zamana kadar sizi güzel bir metâ ile metâlandırsın ve her fazl sahibine, fazlını versin! Ve eğer dönerseniz artık ben, büyük günün azâbının sizin üzerinize olmasından korkarım.

İstiğfar bağışlanma ve korunma talebidir. Âyette önce istiğfar yani kötülükleri bırakmak sûretiyle zarardan korunmak, sonra da “t-v-b” kökünden türemiş “tevbe”, yani iyiye, hayra ve erdeme dönüş ile onun fazlından istifade etme şeklinde bir sıralama mevcuttur. Bir hadiste Allah Resûlü şöyle buyuruyor: “Kalbime bazen anlık bir gaflet gelir. Ben de Rabbime yüz defa istiğfar ederim.” (Müslim) Buradan hareketle istiğfar; hata, günah veya gafleti bırakmaktır, diyebiliriz. “Her fazl sahibine fazlını versin!” ifadesindeki “fadl” kavramı Allah için kullanıldığında “lütûf, kerem, inâyet” anlamına gelir; insanlar için kullanıldığında ise “ziyâde, çok, erdem, üstünlük, seçkinlik” anlamlarını ifade etmektedir. (Bkz. Fâtır:32) Dolayısıyla “zî fadlin”,  “güzel ahlâk sahibi, erdem sahibi” demektir. Âyetteki “her fazl sahibine, fazlını vermesi” ifadesi; ihsânda, ikrâmda, hayır ve iyiliklerde bulunanlara Allah’ın da ihsân edeceği müjdesine işâret eder. İnsanın hayat sürecinde yapması gerekenler bu âyette özetlenmiştir. İnsan; öncelikle kendisine, ailesine, topluma zararı olan tün davranış ve alışkanlıklardan bir defa istiğfar etmelidir. Bu nötr hâli ile; iyiliğe, hayra, güzelliklere yönelmelidir. Bu hâlin kula dönüşü maddî ve manevî olacakken, bundan yüz çevirenleri bekleyen ise büyük günün azâbıdır.

4- Merciniz Allah’tır ve O, her şeye kadîrdir.

Merci, “son karar verme makamını” ifade eder. Allah’ın her şeye gücünün yettiğinin vurgulanması, müşrikler tarafından uzak bir ihtimal ve gerçekleşmesi son derece zor bir olay olarak görülen “yeniden diriltme” olgusuna uygun bir vurgulamadır.

5- Muhakkak ki O’ndan saklanmak için, sadırlarını iki kat kapatırlar. Elbiselere bürünseler bile gizli ve aleni yaptıklarını bilir. Öyle değil mi?  Muhakkak ki O, sadırları özü ile bilendir.

Yesnûne fiili; “dürmek, bükmek, birbiri üzerine getirmek sûreti ile iki kat etmek” demektir. Sudûr kelimesi sadr’ın çoğuludur. Sadr, Kurân’da daha çok, “gönül, iç aydınlanma, ferahlama, iç huzur, akıldan geçen duygular ve düşünceler” manasındadır. Yesnûne sudûrehum ifadesi lâfzen “sudûr denilen iç âlemi bükmek” anlamına gelmektedir. Bu deyimsel ifade, içerde saklanan kin, düşmanlık, muhalif düşünceler ve umursamazlığın davranışlar ile dışarı yansımasına engel olmak, bir şekilde özü-sözü bir olmama hâlini ifade eder. Her şeyden haberdar olan ve her şeye kadîr olan Allah’a karşı insanın birtakım duygu ve düşüncelerini içinde gizleyebileceği inancı aslında kişiyi öncelikle kendisine yabancılaştıran önemli bir sapmaya sürükler.

Kötülük ve suçların özünde yatan sebep vicdanın sesinin örtülmesi ve insanın sağduyusunu kaybetmesidir. Kendini kandıran insanoğlu kötülüğü bile, sanki iyi ve faydalı bir iş yapıyormuş gibi gerekçelendirir. Oysa insan, en başta kendisine karşı dürüst olmalıdır. İnsan, gerçekte kendisinin kaç kuruşluk biri olduğunu bilir; ancak önce kendisini kandırıp sonra da “farklı bir imajla” çevresindekilere gösterme gayretine girebilir. Elbiseye bürünmedeki mana, olduğu gibi görünmeme çabası, etiket ve sahte rütbelerin arkasına saklanmadır.

6- Ve yeryüzünde, hiçbir dabbe yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın! Ve onun karar kıldığı ve geçici olduğu yeri, O bilir. Hepsi kitabımübîndedir.

Dâbbe kelimesi, kımıldama, debelenme anlamına gelen debîb kelimesinden türemiş bir isimdir. Bu kelime hareket eden her şey için kullanılır. İçkinin bedene yayılması, bir çürüklüğün çevre­sine sirâyet etmesi gibi, hareketi ilk etapta gözle takip edilemeyen yavaş şeyler için de kullanılır. Kelime bütün canlıları içine almaktadır. İnsandan tutunuz bir ağacın kovuğundaki en küçük böceğe, hatta mikroorganizmalara, yani virüs, parazit, bakteri ve mantara varıncaya kadar her canlı rızkı için durmadan, kendini yıpratırcasına çalışmak ve çabalamak zorundadır. Rızkın Allah’a ait olması bu çalışmaya, didinmeye/debelenmeye bağlanmıştır.

Müstekar, bir yerde durma manasında mimli mastardır. Durma yeri manasında yer bildiren bir isim de olabilir. Müstevde’ kelimesi de “emanet edildiği yer, geçici yer” manasına gelir. Allah her canlıyı geçici olduğu bu dünya misafirhanesinde yaşayabileceği bir potansiyelde yaratmıştır. Canlılara verilen yetiler ile rızkını temin etmesi “kitabımübîn” adı verilen tabiat kitabında, okumasını bilenler için apaçık bir şekilde durmaktadır. Allah’ın rızık vermesi; canlıları beslemesi, tek tek rızıklandırması manasına gelse idi doğada açlıktan ölen bir tek canlı olmazdı. Bunun cevabı kitabımübîn olan tabiat kitabındadır. Rızkın Allah’a ait olması demek bir kartala keskin gözler, büyük kanatlar ve güçlü pençeler vermesidir. Zîra hayvan azığını bu verilen rızıklarla yakalar. Otçulları, yediklerini sindirip enerjiye dönüştürecek sindirim sistemi rızkı ile yaratması, etçillere avlarını yakalayacak donanımlar vermesi, insanın ise verilen akıl rızkı ile azık bulup üretebilmesi vs. hepsi rızkın nasıl Allah’a ait olduğunu tefsir eden kitabımübînin âyetleridir.

7- Ve sizin hanginizin en güzel ameli yapacağını sınamak için arşı su üzerinde iken, semâları ve arzı altı günde yaratan O’dur. Ve eğer sen “Siz gerçekten ölümden sonra dirileceksiniz.” desen de örtenler elbet derler ki: “Bu ancak apaçık bir sihirdir.”

Arş kelimesi lâfzen “taht, tavan ve yüksek mekân”; mecazen de “şan, şeref, onur, itibar ve hükümranlık” gibi anlamlara gelir. (Bkz.Tekvir:20, Tâhâ:5) Ebu Müslim Isfahanı, arş kelimesini mastar olmak üzere bina etmek manasına hamlederek “Onun binası, yapısı su üzerine kurulmuş idi.” diye tevil etmektedir. (Râzî). Buradaki suyun mahiyeti bilinmemektedir. Zîra âyetten anlaşıldığına göre, gökler ve yer henüz yaratılmamıştır. Bu durumda buradaki su, bildiğimiz iki hidrojen bir oksijenden oluşan su değildir. Zîra henüz oksijen atomu bile oluşmamış olabilir. Allah’ın arşının, bu bağlamda “yönetim ve yaratma makamı” olduğu net olarak anlaşılmaktadır. Evrenin, çok erken dönemde mükemmel, akışkan bir sıvı hâlinde olduğu 2010 yılında yapılan CERN (ALICE) deneyi ile anlaşılmıştır. Bu sıvının sıcaklığı trilyon derece idi. Yerkürenin içinin de hâlâ sıvı hâlde bulunması da ilk yaratılış ile alâkalı bize bilgiler vermektedir. Bu ifade, Kurân’ın beşerüstü olduğunun mucizevî göstergesidir.

Yebluve, “b-l-v” kökündendir. Belâ, bileylemek kök manasından gelir. Her imtihan daha iyi ve kaliteli olanı ortaya çıkarmak için yapılır. Sıkıntı ve zorluklara rağmen ahsen amel ortaya koyabilenler sınavın amacını gerçekleştirenlerdir. Ehsenu ‘amelâ,  “göklerin ve yerin yaratılma sebebi olarak” burada karşımıza çıkmaktadır. Yaratılan âlemlerde sadece kendisi için yaşamayan, iyiliği, güzelliği, hayrı yani esmâyıhüsnanın cüzi tecellilerini, emeği ile hak ederek kendisinde gösterebilen canlıların varlığına işâret edilmiştir. Bu cevap aslında bizlere muazzam bir hedef belirleyerek hayatımıza anlam ve amaç katmaktadır. O amaç; davranış ve amelde en kaliteli, en iyi ve en hayırlı amelleri yapıp yaratana layık kullar olabilmektir.

Sihr kelimesi dilde, “gizli bir sebeple insanın gözünü ya da gönlünü yanıltan şey” demektir. Aynı zamanda “aldatmak” manasına da gelir. Bu da “hileli söz ya da el çabukluğu ile aldatmadır.” Bu cümle, hak ve hakîkatleri örtenlerin, işlerine gelmeyen ve gerçeği ortaya çıkaran âyetlere karşı tutumlarını ifade etmektedir. Allah’ın arşının, göklerin ve yerin henüz yaratılmamışken akışkan bir sıvı (liquid) üzerinde olduğu bilgisini duydukları anda kendileri etkilenmiş; ancak bunu tam aksine, insanları kandıran, göz boyayan, süslü dalavere ve aldatma olarak dışa yansıtmışlardır. 

8- Ve eğer azâbı, belli bir ümmete ertelesek mutlaka derler ki: “Onu tutan nedir?” Onlara azâp geldiği gün, onlardan uzaklaştırılacak değildir. Öyle değil mi? Ve alay konusu yapmış oldukları şey, onları sarıverdi.

Sarıverdi şeklinde meallendirdiğimiz “hâka” fiilinin geçmiş zaman çekimiyle kullanılmasının sebebi, âyette helâk olan kavimlere bir gönderme olabilir. Ümmet Kurân’da nötr bir kelimedir. Kimi yerde hayvan toplulukları için (Yeryüzünde yürüyen hiçbir hayvan ve kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi bir ümmet olmasın. Enâm:38), kimi yerde inanlara isnât ile (Muhakkak ki İbrâhîm, tek başına bir ümmetti… Nahl:120) veya inananların oluşturduğu topluluklar anlamında kullanılmıştır. (Bkz. Âli İmrân:113) Kimi yerde de buradaki gibi uyarıları alaya alan müşrik tiplerin oluşturduğu toplumlar için kullanılır. Bunu âyetin sonundaki “alay ettikleri” anlamına gelen “yestehziûn” kelimesinden anlıyoruz. Burada kavim veya belde değil de “ümmet kullanımı” ön yargı ve menfaatperest temeller üzerinde birleşenlerin, kadim zamanlardan bu yana hakîkate karşı sergiledikleri ortak tepkisel paydaya işâret etmektedir. Zîra ümmet kelimesinin kökü olan “ümm”, “bir şeyin meydana gelmesine, terbiyesine, başlangıcına, temeline veya köküne verilen isimdir.” “Ümm” kelimesi Kurân’da kelime anlamıyla hem “anne” hem de “ana, asıl, temel, uygun karşılık” anlamlarında kullanılmıştır.  Kurân, âfetler ile helâk olan kavimleri ve her tür azâba karşı uyaran resûlleri yalanlama refleksini bir ibret vesikası olarak sürekli hatırlatır. Bu âyette de nefsânî istekler peşine takılan ve sürü güdüsü ile hareket eden kavimlerin oluşturduğu o tek ümmete, “cehennem ümmetine” bir âtıf yapmaktadır. “Onu/azâbı tutan/hapseden nedir?”  sorusu öğrenmek için değil alay etmek içindir.

9- Ve insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra da onu ondan çekip aldığımızda muhakkak ki o, tamamen ümitsiz bir nankör olur.

Âyette geçen insan kullanımı ile bütün insanların bu hataya düşebileceğine bir âtıf yapılmıştır.  Yeûs/yeis kelimesi, “ümitsizlik, çöküntü, devamlı üzüntü, gayretsizlik” gibi anlamlara gelen ye’s kökünden türemiş olup “herhangi bir güçlük, sıkıntı veya engel karşısında aşırı ümitsizliğe kapı­lan kimse” anlamına gelir. Kurân’î bir terim olarak yeûs, geçmişteki mutlu, müreffeh durumunu Allah’ın bir Lûtfü olarak değil de kendisinin bir kazancı ve şansı olarak gören, musibetler karşısında ümidini hızlıca yitiren kimseyi anlatmada kullanılmıştır. Esasen bu, Kurân’ın men ettiği bir tutumdur. (Bkz. Fecr:15-16. Ayrıca ümitsizlik ile alâkalı da bkz. “Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.” Zümer:53) Kefûr kelimesi küfürde ve nankörlükte aşırı gitmek demektir. Verilenleri göremeyen, verilecek olanlar ile ilgili ümitsizliğe düşebilir. Allah’a imânın en önemli kazançlarından biri de geçmiş ve bugünü sağlıklı değerlendirip geleceğe dair umutvar olabilmektir. Âyet; umudu, verilenleri görebilme ve nimetin şükrünü hakkı ile yapabilmeye bağlamıştır. Nankörler karamsar iken, şâkirler/şükredenler Allah’ın rahmetinden asla ümit kesmeyenlerdir.

10- Ve ona dokunan zararın ardından, nimetin tadına iyice vardığında gerçekten der ki: “Kötülükler benden gitti.” Muhakkak ki o, kendisini çok överek şımartır.

Zevk kelimesi Kurân’da “nimetlerin veya cezânın azıcık dokunup geçivermesi, tatmak” olarak değil de “iyice yaşanması” anlamında kullanılmıştır. Sözlükte ise “lezzet alma, hoşa gitme; bir şeyin tadını almak, tadına varmak, bir şeyin müptelâsı olmak” demektir. Bu nedenle “nimetin iyice tadına vardığında” şeklinde meallendirilmiştir ki, tatmadaki o azlık düşünülmesin. Bu kişi dünyalıklara iyice dalmış biridir. Bilinen bir gerçektir ki belirli bir konfora alışmış insanlar, yokluğun getirdiği sıkıntıları göğüsleme eşikleri çok daha düşük olmaktadır. Bu zayıflık, ümitsizlikler ile kendisini belli etmektedir. Evhamlar sonucu geleceğe yönelik sürekli karamsar olmak, gereksiz şımartılmalarla, hak edilmemiş övgülerle zayıf düşürülmüş bir karakterin göstergesidir. Aşırı evham ve karamsarlık, kendini yetiştirememiş, âciz korkakların vasfıdır. Ne’mâ’ kelimesi nimetlerdeki bolluk iken, burada karşısına zarar manasındaki darrâ’ kelimesi konmuştur. O zaman bu bağlamda darrâ’; nimetlerdeki daralma, imkânlardaki azalmayı ifade etse gerektir. Bu nedenle bazı meallerde, “darlıkta ve bollukta” şeklinde çevrilmektedir.

Ferihun kelimesi “f-r-h” kökündendir. Manası çok sevinen, şımaran demektir. Kazanılan bir başarıdan dolayı duyulan tatmini ifade etmektedir. Şuarâ 149‘da helâk olan kavmin dağları oymalarıyla duydukları o maharet ve ustalık hâlini ifade etmek için kullanılmıştır. Fahur ise “f-h-r” kökündendir. İsmimübalâğadır ve “çok böbürlenen/kendini çok öven” anlamındadır. Bu da olumsuz bir hâletirûhiyedir. (Bkz. Muhakkak ki Allah kendini beğenip övüneni sevmez. Lokman:18) Her istediğine hızlıca kavuşan ve hayatın zorlukları ile güçlenememiş birinde zamanla garantilemiş bir zan ile nimeti kendinden bilme hastalığı zuhur eder. Bu hâl eksikliklerini görmeyi perdeleyerek kişiyi ukalalığa, bilmişliğe ve sadece kendi aklını beğenme hatasına düşürür. Sürekli kendisini öven ve ödüllendirerek şımartan birinde, zamanla ödüle alışma ve hayattan lezzet alamama tehlikesi oluşur. İşte bu hâl geleceğe dair ümidi kırarak yaşama isteğini zayıflatır. Kişi şımarık hâlleri ve zayıf karakteri ile hem kendisine hem de çevresine yük olmaktadır. Peki, çözüm nedir?

11- Ancak sabreden ve sâlih amel yapanlar için mağfiret ve büyük bir ecir vardır.

Mağfiret; bir şeye onu zarardan ve kirden koruyacak elbise giydirmektir. (el-Müfredat) Başı örterek dış darbelerden koruyan sağlam başlığa da bu nedenle “miğfer” denir. Bu çıkış noktasından, Allah'ın kulun günahlarını örterek onu azâptan koruması anlamını kazanmıştır. Rabbimiz olumlu ve olumsuz tavırları ayrıntıları ile aktarıp seçimi bizlere bırakmaktadır. Nefsânî isteklere, nimetlere, başarmanın verdiği kibre, çevreden gelen övgülere sabreden ve toplumun ıslâhı için koşuşturan erdemli kullar kendilerine içerden ve dışardan dokunacak zararlara karşı miğferlerini kuşananlardır. Bu güven ve huzur hâli ecir olarak kula yetecektir.

12- "Onunla beraber bir melek gelseydi veya ona bir hazine indirilseydi olmaz mıydı?" demeleri sadrını daraltacak ve böylece belki de sana vahyolunanın bir kısmını terk edeceksin. Muhakkak ki sen ancak bir uyarıcısın ve Allah her şeyin üzerinde vekîldir.

Konunun insana bir zarar dokunması ve onun ümitsizliğe düşmesinden başlaması ve bunun Hz. Peygamber üzerinden örneklendirilmesi, insanoğlunun bu kadîm zaafını iyice tanıması ve tedbirleri hayata tatbik etmesi içindir. Müşriklerin bitmek bilmez isteklerinden biri olan mucize beklentilerinin Allah Resûlü’nü iyice bunalttığını bu âyetlerden anlamaktayız. Hazine ve melek isteği muhatabın paraya ve güce taptığını deşifre etmektedir. Hz. Muhammed’in zorlandığı anlarda Kurân’ın onu nasıl desteklediğini başka âyetlerde de görmekteyiz. (İnşirâh ve Duhâ sûreleri, Furkân:7, 8, 10 İsrâ:90-93, Yûnus:15,  Enâm:50, Hicr:97-99) Zorluklara karşı sabırla direnmek için mutlaka sâlih ameller yapılması gerektiği ifade edildikten sonra burada ek olarak sorumluluklarımızı yerine getirip Allah’ı vekîl bilmenin önemi hatırlatılmıştır. Vekîl kelimesi “savunucusu, koruyucusu ve gözeticisi” anlamına gelmektedir. Bu kelime, Kurân’da 14 âyette Allah’ı niteler. Allah Resûlü’nün görevi sadece âyetleri tebliğ etmektir. Ötesine geçip inanmayanları serveti ile satın almak veya rüşvetlerle imâna getirme gibi bir sorumluluğu yoktur. Dolayısıyla, gaybî varlıkları çağırıp gösteriş yapmak şeklindeki tüm beklentileri boşa çıkaran bir açıklama yapılmıştır. Bu ifade Allah’ın âyetlerini tebliğden vazgeçmemesi hususunda Hz. Peygamber’i uyarmakta, ötesinin Allah’a ait olduğu ve onu vekîl bilmesi gerektiği hatırlatılmıştır. (Resûlün görev ve sorumlulukları sûrenin başında beşîr ve nezîr olarak belirlenmiştir. Bkz. Hûd:2)

13- Yoksa: “Onu iftira mı etti?” diyorlar. De ki: “Öyleyse onun misli, iftira ettiğiniz on sûre getirin! Ve eğer sâdıksanız, Allah’ın astından gücünüzün yettiği kimseleri de çağırın!”

Buradaki “iftera ve muftera”, “f-r-y” kökündendir ve “iftira edilmiş olan” demektir. Dilimizde de aynen kullanılır. İftiracıya da müfteri denilir. İftira, var olmayan bir olay veya durumun varmış gibi gösterilmesidir. İftira, bir asl’a dayanmaz; olmayan bir şeyin uydurulmasıdır. İfkten en önemli farkı budur. “E-f-k” kökünden türeyen “ifk” ise “çok yalan ve kandırmalar ile yapılan uydurmalardır.” İfk; var olan bir olayın saptırılması, çevrilmesi, döndürülmesi, manipüle edilmesidir. Hz. Ayşe’nin ifk hadisesinde olduğu ve yine sihirbazların gözbağcılıkla birtakım cisimleri değiştirmesi gibi. İfk’e, iftiranın bir çeşidi diyebiliriz. Bir gerçek, bağlamından kopartılıp farklı bir tarafa çevrilince ifk oluşur. İfk, iftirayla sonuçlanan bir manipülasyondur. “Ve işte bu uydurdukları şeyler, onların manipülasyonlarıdır.” (Ahkâf:28) Bu âyette niyetin iftira atmak olduğu için, uydurmalar düzüp koşmalarından bahsedilir. Kurân metnini birbirinden ayıran tek işâret, kesik harfler denilen hurûfumukattalardır. Burada muhataplardan, iki hurûfumukatta arasındaki metine benzer ebatta, on müstakil bölüm getirmeleri istenmektedir. Zîra buraya kadar on adet hurûfumukatta ile başlayan sûre inmiştir. Bunlar sırası ile 1-Kalem, 2-Yâsîn, 3-Kaf, 4-Tâhâ, 5-Neml, 6-Rûm, 7-Meryem, 8-Secde, 9-Şuarâ ve 10-Arâf sûreleridir. Sûre kelimesi ilk kez burada kullanılmıştır. (Sûre kelimesinin anlamı için bkz. Yûnus:38) Mislini getirmelerini isteyen âyetler nüzul sırasına göre şöyledir: Tûr:34’te onun misli bir “hadis” getirseler denilir. Sonra İsrâ:88’de “Kurân’ın bir benzerini” getiremezler, denilir. Hûd 13’te “Eğer, sâdıklardansanız onun misli on sûre getirin.” meydan okumasından sonra Yûnus:38’de “Onun misli bir sûre getirin!” Yıllar sonra da Bakara:23’te “Onun misli bir sûre getirin!” şeklinde farklı muhataplara bu meydan okumayı Kurân tedrici olarak azaltarak devam ettirmiştir.

14- Artık size icâbet edemezlerse o zaman Allah’ın onu ilmi ile indirdiğini bilin! Ve O’ndan başka ilâh yoktur! Artık siz Müslüman olmaz mısınız?

Allah’ın astında konumlandırdıkları hayalî kahramanlar, mitolojik varlıklar, cinler, melekler veya bu zor talebi gerçekleştiremeyen ruhbânlar, putçular vs. Bunların tamamının bir bilgi, yani inen on sûrenin bir benzerini getiremeyecekleri burada itiraf ettirilmiştir. Allah’ın onu ilmi ile indirmesindeki ilim, önemli bir detaydır. Zîra Kurân’daki ilme şâhit olan, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve kitabın Allah’tan geldiğine imân edecektir.

15- Kim dünya hayatını ve onun ziynetini irâde etti ise amellerini orada, tam olarak veririz. Ve orada onlar eksiltilmez.

Yaptıklarını sadece bu dünya için yapan insan, hangi konuda olursa olsun emek verdiğinin karşılığını eksiltmeden bu dünyada bulacağına dair ilâhî yasadan burada bahsedilmiştir. Âyette “dünya hayatını ve onun ziynetini irâde etmek” dünyayı istemek veya arzulamak gibi sadece “düşüncede kalan” bir hedeften ziyade, artık onun ziynetine yani şaşalı ve gösterişçi hâline talip olup bu istikâmette “ameller ortaya koyduğunu, hayatını bu uğurda harcadığını” gösteren bir detaydır. Süslenmiş imtihan dünyasındaki geçici dekor uğruna hak ve hukuku çiğneyenleri bekleyen akıbet şudur:

16- İşte onlar için âhirette ateşten başka bir şey yoktur. Ve orada yaptıkları şeyler hebâ oldu. Ve özenerek yaptıkları şeyler bâtıldır.

Hakkı olmadığı hâlde entrikalarla tasarlayarak ve özenle kurdukları bu durum başka âyetlerde de bildirilmektedir (Bkz. Furkân:23, İbrâhîm:18) Özenle yaptıkları anlamındaki sun’ fiili “icat etmek, tasarlayarak yapmak” anlamına gelmektedir. Rağıb’ın ifadesiyle “her sun’ fiildir, fakat her fiil sun’ değildir.” Fiil hayvan ve cansız varlıklara nispet edildiği hâlde sun’ nispet edilmez. Bizdeki sanayi kelimesi de buradan gelmektedir. Bu tipin tasarlayarak, bilinçli olarak sırf dünyanın süsüne, rengine aldanarak haklara girdiği ve âhiretini yaktığı ifade edilmiştir.

17- Artık onlar ki, daha önce bir imâm ve rahmet olarak gönderilen Mûsâ'nın kitabı gibi şimdi de O'nun tarafından gönderileni tilâvet eden şâhide ve Rabbinden bir delil üzere olan kimseye inanırlar. Ve taraflardan her kim ki örterse ona ateş vaad edilir. O hâlde bundan yana belirsizliğe düşme! Muhakkak ki bu, senin Rabbinden bir haktır. Ve lâkin insanların çoğu inanmaz.

Yetlûhu kelimesinden maksat, tilâvet etmek anlamında Kurân okumak olabileceği gibi, başkasının peşinden gitmek de olabilir. Şâhit kelimesi “bir gerçe­ği ispat için şâhitliğine, yani bilgi­sine ve görüşüne başvurulan, verdiği haberin delil niteliğinde olduğu kimsedir.” Şâhidin varlığı, sıradan bir haberi bir anda beyyineye/sağlam delile dönüştürebilir. Âyetin bu kısmında “minhu” kelimesindeki “hu” zamiri Allah’a gitmektedir. Bu nedenle âyette söz konusu edilen şâhit, bizce beyyineler ile hak ve hakîkate şâhitlik eden ve Rabbinden bir delil üzere olan Hz. Peygamber’dir. Hz. Mûsâ’ya indirilen kitabın imâm ve rahmet olması, ilâhî ilkelerin Kurân’ın indiği zamana kadar ulaşmasında öncülük etmesine ve ondan haberdar olanların varlığına işâret eder. Peşi sıra inen Yûnus sûresinde bu konu şöyle detaylandırılıp izah edilmiştir: “Bundan sonra eğer sana indirdiğimiz şey hakkında ikilem içindeysen, artık senden önce kitabı okuyan kimselere sor. And olsun ki sana Rabbinden hak geldi.” (Yûnus 94) Bu âyetten de anlaşılmaktadır ki Kurân’dan önce okunan ve şâhitliğine başvurulanlar, imâm ve rahmet olan Mûsâ’nın kitabıdır. Ahzâb Kurân’da genelde “küfürde ittifak etmiş müttefikler” manasında kullanılmaktadır. Hizb kelimesinin kök manasında, “bir inanç etrafında bilinç­li olarak örgüt olan fanatik taraftarlar” anlamı vardır. Müşrik, ehlikitap veya başka bir hizipten -hangisi olursa olsun- hakîkati örtme veya karalamaya teşebbüs edenlere ateş vaad edilmiştir. Mirye kelimesi ise “bir şeyde iki arada bir derede kalmak” demektir. Cehâletten kaynaklanan “mutlak şüphe” anlamındaki şekk’ten ve “yakîne ulaştırmayan bilgiye dayalı ya doğruysa endişesi taşıyan kuşku” anlamındaki rayb’den farklı olarak “birbirine karşıt iki şey arasında gidip gelmeyi, bocalama ve tereddüt durumunu” ifade eder. Bu âyette, Kurân’ın vahiy zincirinin devamı olduğu vurgulanmakta ve önceki kitaplardan haberdar olanlar ile Rabbinden bir delil üzere olan resûlün getirdiği hakîkatleri örtbas edenlerin durumu mukayese edilmektedir. Resûlün kararsızlığı, gelip gitmeleri bu hiziplerin akıbeti ile alâkalı olabilir. Yani hangisi cehennemlik, hangisi değil; hangi hizbe ateş vaad edilmiştir? Bundan yana oluşan ikilemleri “Rabbin hak ettiklerini onlara vereceği inancı” gidermektedir. Ancak maalesef insanların çoğu bu hakîkate de inanmayacaktır.

18- Ve Allah’a yalanla iftira edenden daha zâlim kimdir? İşte onlar Rabblerine arz edilirler. Ve şâhitler derler ki: “İşte bunlar, Rabblerine yalan söyleyenlerdir.” Allah’ın dışlaması zâlimlerin üzerinedir. Öyle değil mi?

La’net kelimesi “kovmak, uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan mahrûm bırakmak” anlamındaki la’n kelimesinden türemiş bir isimdir. Eski Araplar bu kelimeyi, “ailenin veya sülalenin bir ferdinin dışlanması” anlamına kullanırlardı. La’în ve mel’ûn kelimeleri de buradan gelmiştir. Ancak Türkçemizde bu kelimenin Allah’ın kuluna yaptığı “bir tür beddua” şeklinde algılanması, yanlış anlamalara sebep olmaktadır. Zîra Allah kuluna beddua etmez, buna ihtiyaç duymaz ve kulunun kötülüğünü istemez. Burada kitabı tilâvet eden veya onun yönlendirmesini izleyerek “hakka ve hakîkate şâhit olanların bir tespiti” söz konusudur. Rabbe yalan söylemek, önce kişinin kendi benliğinden, sonra insanlıktan, rahmetten, hayır ve güzelliklerden uzaklaşması demektir. İşte Allah’ın önceden belirlediği yasalar gereği, hakîkate iftira atanların maruz kalacakları “mahrûmiyet ve dışlanma Allah’ın laneti olarak” özetlenmiştir. Bu akıbetin ardından şimdi de Rabbe yalan söylemenin nasıl ve ne şekilde olabileceğine dair birkaç örnek verilecektir.

19-Onlar ki, Allah'ın yolunda set olurlar. Ve onda eğrilik ararlar. Onlar âhireti örterler.

Allah’ın yolu sulh ve selâmettir. İnsanları Allah’ın yolundan alıkoymak, saptırmak, sulh ve selâmet yolunu tıkamak ancak zulüm ile olur. Her tür zulüm başta zâlimi, sonra da geçici olarak mazlûmları rahmetten, iyilikten, hayırdan ve güzelliklerden mahrûm edecektir. Birine zulmetmek için bahanelere muhtaç olan insanoğlu önce kötülükleri meşrulaştırır, sonra mazlûmun bunu hak ettiğini savunarak kendini haklı çıkarmaya çalışır. Adâletsizliği ve haksızlığı, adâlet ve hakmış gibi savunmak, Allah’ın “dosdoğru olan ilkeler yolunu” menfaatler için eğip bükme sonucunu doğurur. İnsanlar inandığı gibi değil yaşadığı gibi inanmaya başlar. Dosdoğru olanda bile eğrilik ve kusur arayan hastalıklı bakış, sürekli negatifi arar ve yanlışa odaklanır. Bardağın boş olan kısmını görenin âhireti/geleceği belirsizdir. Bu tip, negatif bakışı yüzünden âhirete/geleceğe ilişkin sürekli ümitsiz ve karamsar bir tablo çizerek etrafındakilere de bu karamsarlığı aşılar. Âhiret; sonu, öte dünyayı ifade etmekle birlikte geleceği de ifade eder. (Bkz. Duha:4) Allah’ın rahmetinden ümit keserek nefislerine zulmedenlerin yaptığı aynı zamanda âhiri de örtmektir. (Bkz. Hûd:10, Zümer:53)

20- İşte onlar, yeryüzünde âciz bırakacak değiller. Ve onların Allah’ın astında evliyâsı yoktur. Onlara azâp kat kat arttırılır. Onlar işitmeye güç yetiremiyor ve göremiyordu.

Mu’cizîn kelimesi burada zâlimlerin nasıl kendi elleri ile kendilerini âciz bıraktıklarını ifade etmektedir.  Vicdanlarının sesine sağır olmak, hak ve adâlete kör olmak, aslında insanı âciz düşüren, kendi kendine ve başkalarına yaptığı katmerli bir azâptır. Evliyâ, velinin çoğuludur. İnsanın evliyâsı Allah’ın âyetleri ve belirlediği evrensel değerler olan merhamet, paylaşma, adâlet, liyakat ve ıslahat olursa, insan ne zulmeder ne de rahmetten mahrûm düşer; aksini savunmak sadece hüsrandır. 

21- İşte onlar nefislerini hüsrâna düşürdüler. Ve iftiraları onlardan saptı.

İftira; hedefi belli olan, aslı-astarı da olmayan bir uydurma, korkunç bir karalama ve çamur atmadır. Son tahlilde iftira, failine de bir yarar sağlamaz. Tam aksine, gerçeğin ortaya çıkmasıyla bumerang gibi atanı vurur. Öfke ekenin fırtına biçmesi gibi zulüm eken de merhamet bulamaz. Menfaati,  egosu ve nefsânî tüm güdüleri uğruna, insanî değerler anlamına gelen sırâtımustakîmden saparak uzaklaşan bir kişi yoktur ki âhiri/sonu hüsrân olmasın.

22- Zararı yok! Ne de olsa âhirette en çok hüsrâna uğrayacak olanlar muhakkak ki, onlardır.

Cereme, başkasınca verilen ya da bir hata sonucu ortaya çıkan zararı ödeme demektir. Cerame kelimesi görüldüğü gibi asıl anlamı “kazanmak” demektir. Böylece söz konusu ifadeye “İnkâr ve kibirleri onlara pişmanlığı, kötüyü, günâhı, hüsrânı kazandırdı, lâ cerame  ile onları zarara soktu.” anlamı verilmiştir. Şimdi bu duruma düşmemek için neler yapılması gerektiği ifade edilecektir.

23- Muhakkak ki; inanan ve sâlih amel yapanlar ve Rabblerine muhbit olanlar, işte onlar, cennet ashâbıdır. Onlar, orada hâlittirler.

Ehbete kelimesinin kökü olan habete fiili “yerin düz ve oturaklı olması” ve “gizli olmak” manasına gelmektedir. (Ragıp) Ehbete de “düz ve en­gin yere girdi” manasını ifade etmektedir. Buna göre kelime burada Rabblerine tüm iddia, kambur, bagaj ve kirlerden sıyrılıp sâfiyâne ve hâlis bir hâl ile gelebilmektir. Rabblerine karşı muhbit olanlar, yukarıda ifade edilen tüm yalan ve iftiralardan uzak olup sâlihatın değerine imân edenlerdir. Cennet ehli olanlar bu ahlâkta olup bu hâli korurlarsa, onlar orada hâlittirler. (Hâlid için Bkz. Arâf:176, krş. Nebe:23)

24- İki fırkanın durumu, âmâ ve sağır ile gören ve işitenin durumu gibidir. İkisinin hâli eşit midir? Artık tezekkür etmez misiniz?

Bu soru aslında cevabı belli olan bir sorudur. İnanışları ve yaşayışları birbirine benzemeyen bu iki fırkanın birbirinden farklı olan yönlerinden biri de akıbetleri olacaktır. Fırka kelimesi “insan gurubu, bölüm, topluluk, ayırma, parti ve tümen” gibi anlamlarda kullanılır. Kurân’da tefrik ve teferrük olarak da geçen bu kavram “dinde ve sosyal hayatta bölünmeyi, parçalanmayı, kutuplaşma sonucu dağılıp çözülmeyi” ifade eder. Tezekkür zikir kökündendir ve geçmişe bakıp bilgi ve düşünme ile geleceğe sağlam bir şekilde ilerlemeyi sağlar. “Artık tezekkür etmez misiniz?” sorusunun cevabı onun gereğini yerine getirmektir. Dosdoğru ile eğri, iyi ile kötü, dürüst ile sahtekâr, mazlûm ile zâlim, masum ile suçlu, bir toplumda keskin hatlar ile ayrılmadığı sürece o toplumda cennet gibi bir hayat hayal dahi edilemez.

25- Ve and olsun ki Nûh’u kavmine gönderdik. Muhakkak ki ben, sizin için apaçık bir uyarıcıyım.

26- Allah’tan başkasına kul olmamanız için… Muhakkak ki ben, elîm günün azâbının sizin üzerinize olmasından korkuyorum.

Hz. Nûh, kavmini elem verici o gün gelmeden önce azâba karşı uyarmak için görevlendirilmiştir. Hz. Mûsâ’ya imâm ve rahmet olarak verilen kitapta da, Nûh kıssası bir ibret olarak anlatılmıştır. Daha önce geçen âyetlerde Hz. Nûh’un başından geçenlere burada -25 ve 50. âyetlerde- farklı detaylar verilerek değinilecektir.

Hz. Nûh kendisi için değil de kavmi için kork­maktadır. “Sizi azâp ile korkutuyorum, tehdit ediyorum.” değil de, âfetin kopacağı günün “Tedbirsizlikler yüzünden sizin üzerinize olmasından korkuyorum.” cümlesi rahmet ve merhametin elçideki tecellisidir. Bunun elçiden değil de, sadece Allah’tan bilinmesi tevhidin gereğidir.

Elîm günün azâbı öncelikli tûfân âfetidir. Allah’tan başkasına kul olmak ile maddî ve manevî âfetleri fark etmenin doğrudan bir bağlantısı olmalıdır. Kula, nefse ve nesneye kul olanlarda sürü güdüsü ile hareket etme, çobanın/melenin güdümünde kalma artarken; bireysel farkındalık, basîret ve ferâsette zamanla azalma görülür. Şirk sisteminin Nûh’un kavmini gelecek olan âfete karşı nasıl kör ve sağır ettiğine devam eden âyetlerde örnekler verilecektir.

27- Böylece kavminden hakîkati örtenlerden bir mele dedi ki: “Gördüğümüz kadarıyla sen, bizim gibi bir beşerden başka değilsin. Ve ayak takımından sığ görüşlü kimselerden başkasının sana tâbi olmadığını da görüyoruz. Ve sizi bizden fazîletli de görmüyoruz. Bilâkis sizleri yalancı zannediyoruz.”

Erâzil kelimesi rezilin çoğuludur. Rezil ise bayağı, aşağıda görülen, ayak takımı, kusurlu ve ezik gibi sosyal statüyü belirlemede kavmin kodamanlarının aşağılama amacıyla kullandığı bir ifadedir. Allah’tan başkasına kulluğu savunan müşrik kafa insanları alttan yukarı doğru sınıflandırmaya, kategorize etmeye bayılır. Bu kafa ve müşrik sistemle kendisine sürekli hizmet eden, canı istediğinde aşağılayacağı bir ayak takımı da bulabilecektir.

Bâdiye, sığ coğrafî alanlar için kullanılır. Bedevî de çölde, sığlıkta yaşayana denir.  Bakıp görenlere zâhir olduğu ve açık göründüğü için çöle, ovaya ve geniş alanlara da “bâdiye” denilmiştir. Rey ise görüş, tercih ve oy gibi anlamlara gelmektedir. Bu nedenle “bâdiye’r-re’y” tamlaması, “sığ görüşlü” diye tercüme edilmiştir. Kodamanların aşağıladığı insanlar aslında daha dolaysız, sâfiyane ve dürüst baktıkları; hile, kurnazlık, alavere peşinde koşmadıkları için meleler tarafından derinlemesine düşünmeyen, sadece zâhire bakan, sûistimale açık insanlar gibi algılanıp lanse edilenlerdir. Bu ifadenin altında “Ey Nûh senin masallarına ancak bunlar inanır.” düşüncesi vardır. Meleler ayrıca Nûh peygamberden “sığ görüşlü, aşağı tabakadan” olarak niteledikleri kimseleri yanından kovmasını da istemektedirler. (Bkz. Hûd:29 ve Şuarâ:114) Allah insanları farklı meziyetlerle donatmıştır. Bu farklılık bir üstünlük kriteri değil, bir zenginliktir. Ancak şirk sisteminde bu farklılıklar bir anda sosyal statüye evrilmiştir. Allah, üstünlüğün sosyal statüye değil, gelen tehlikeyi âyetleri doğru okuyarak ve aklını kullanarak görmeye ve böylece bilinçli bir imâna bağlamıştır. Genelde bütün peygamberlere ilk zamanlarında inanan insanlar, toplumların ileri gelen seçkinlerinden çok toplumda ezilen, sömü­rülen, itilen, zulme uğrayan, hakları çiğnenen ve hor görülen halk kitle­leri, köleler, yetimler ve kimsesizler olmuştur.  Hz. Nûh döneminden son nebîye kadar bu sünnet değişmeden devam etmiştir. Zîra resûllerin getirdiği tevhit, eşitlik ve hakkaniyet ayakları üstünde yükselen bir adâleti savunurken; şirk sistemi bunun tam tersinden beslenir. (Mele için bkz. Neml:29, Krş. Sâd:6, Arâf:60-75, Kasas:20-32-38, Yûnus:75) Kurân dikkatlice incelendiğinde bütün peygamberlerin karşılarında Firavunvârî bir tağutun ve ona akıl hocalığı yapan melelerin var olduğu görülür. Zamanlarının her türlü maddî imkânlarını legal veya illegal olarak ellerinde bulunduran bu hak yiyici, sözde uyanık tipler, zenginliğin ve gücün verdiği kibirle bir türlü gerçeği görmek istememişlerdir. “Aksine sizin yalancılar olduğunuzu zannediyoruz.“ cümlesinden de anlaşıldığı gibi Nûh ve savunduğu insanî değerleri doğrudan yalanlamak yerine kendi zanlarının arkasına sığınmışlardır. Burada hem Hz. Nûh hem de ona imân eden dürüst insanlar, muhataplarına sadece birer ayna tutmuşlardır. Bu aynadan yansıyanlar, şirk zihniyetini deşifre etmektedir.

28-Dedi ki:“Ey kavmim! Görüşünüz bu mu? Eğer ben, Rabbimden bir delil üzere isem ve O, bana katından bir rahmet verdiyse artık ona körseniz ve onu kerih buluyorsanız sizleri ona mecbûr edecek değilim”

Hz. Nûh sözlerine “Ey kavmim! Görüşünüz bu mu, böyle mi düşünüyorsunuz?” diye başlıyor. Bu ifadesi ile aslında hayatî bir konuda ileri sürülen küçük bahane ve gerekçelere karşı duyduğu derin hayal kırıklığını da karşısındakilere yansıtmaktadır. Buradaki rahmet kavramı, gönderilen vahiy ile kulların önceden uyarılmasıdır. Zîra tûfân intikam aracı değildir. Rahîm olan Rabbden gelen kurtuluşu sırf ayak takımı olarak gördükleri insanlar ile yan yanan gelmemek için kerih bulmuş ve kurtuluşa kör olmayı seçmişlerdir. Müşrik kafa insanları üst veya alt olarak sınıflandırır. Aynı gemide kerih gördüğü/tiksindiği, aşağıladığı insanlar ile bulunmayı emreden bir mesaja ve resûle tâbi olmayı, hakaret kabul edecek kadar değerlendirme kriterleri yamulmuştur. Ancak en hayatî konu da olsa, insanlar kurtulmayı kendileri tercih edip hak etmelidir. Âyetteki “Sizleri ona mecbûr edecek değilim.” sözünden de anlaşılmaktadır ki rahmet ve zorlama yan yana olmaz.

29- Ve ey kavmim! Buna karşılık sizden bir mal istemiyorum. Ecrim ancak Allah’a aittir. Ve ben inananları da kovacak değilim. Muhakkak ki onlar, Rabblerine kavuşacaklar. Ve lâkin sizi câhillik eden bir kavim olarak görüyorum.

Tard kelimesi, “küçümseyerek birini yerinden edip kovmak, uzaklaştırmak” anlamına gelir. Bu ifadeler, aynı zamanda Hz. Muhammed’in etrafındaki yoksul, köle ve azatlı kölelere küstahça ve kibirle bakan Mekke müşriklerinin seçkinci tavrını da reddeder. Burada câhilliğin de tanımı yapılmıştır.  Câhillik, tam bir had bilmeme hâlidir. Kendini çok akıllı, çok üstün zannetmedir. Haddini, Hûdudunu abartanlar başkalarının hakkına girmeyi de hakkı zanneder. “Ben sizden mal-mülk istemiyorum.” cümlesi muhatabın değer kriterinin mal-mülkle olduğuna işârettir. Bu sebeple her müminin toplumsal sınıf gözetmeksizin kamu yararına gönüllü olacağı amelleri olmalıdır. Bu tarz projelerde yer almak insanı kibirden, hadsizlikten korur ve onu muhtaçlara karşı daha mütevazı ve merhametli kılar. 

30-Ve ey kavmim! Eğer ben onları kovarsam, Allah’a karşı bana kim yardım eder? Artık tezekkür etmez misiniz?    

Hz. Nûh burada “Allah’a karşı bana kim yardım eder?” cümlesi ile kurtuluşun bireysel olamayacağını ve gelecek olan doğal âfete karşı ancak el birliği ile kurtulacaklarını ifade etmiştir. Ayrıca o burun kıvrılan, kerih görülen garibanların, zengin kodaman meleler gibi sadece birer yük olmadığını, yük alan faydalı insanlar olduğunu da Hz. Nûh îma etmiştir. Emek veren insanlar daha becerikli ve emek verdiği konularda daha işe yarar iken; sürekli tüketip emir vermekten başka bir şey yapmayan tipler paranın, makamın, statünün işe yaramadığı âfetlerde çevrelerine sadece birer asalak ve yüktür.

31- Ve size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum ve gaybı da bilmem ve muhakkak ki ben bir meleğim de demiyorum. Ve gözlerinizin hakîr gördüğü kimselere de Allah asla bir hayır vermeyecek de demiyorum. O takdirde ben, muhakkak ki zâlimlerden olurum. Onları Allah daha iyi bilir.

Izdıra; lügatte, küçük görmek, hor ve hakîr tutmak, hafife almak demektir. Hz. Nûh burada neyi yapıp neyi yapamayacağını net olarak ortaya koymuştur. 12. âyette Hz. Muhammet’ten istenen  "Onunla beraber bir melek gelseydi veya ona bir hazine indirilseydi olmaz mıydı?" şeklindeki talep ve beklentilere de burada Hz. Nûh’un dilinden bir cevap verilmiştir. Hakîr görülen insanlara Allah’ın ileride bir hayır kapısı açmayacağı ön yargısının hatalı olduğu ve gaybı kimsenin bilemeyeceği hatırlatılmıştır. Hz. Nûh toplumda her canın önemli olduğunu ifade etmektedir. Birtakım zengin kibirliyi kurtarmak için alt sınıf olarak görülen insanları, köleleri veya yoksulları ölüme terk etmenin büyük bir zulüm olacağını da hatırlatmıştır.

32- Dediler ki: “Ey Nûh! Bizimle cedelleştin, öyle ki bu cedelde çok ileri gittin. Eğer sen sâdıklardansan, o takdirde bize vaad ettiğin şeyi getir.”

Arap dilinde “cedel”; didinme, didişme, tartışmada aşırıya gitmek anlamındadır ve bu kelime ileri derecede eğerek bükmek anlamındaki el-cedl’den türetilmiştir. Kartala da avını didiştirerek koparıp yemesinden dolayı aynı kökten gelen “ecdel” denilir.  Mücâdele ise, ileri sürülen bir görüşü kuvvetli delil getirmek sûretiyle bertaraf etmektir. Hz. Nûh insanî değerlere, eşitliğe, adâlete sürekli sırtını dayadığı için muhatap bu tutum karşısında pek sağlam duramamıştır. Hatta Hz. Nûh’un tavizsiz, eğilmeyen duruşu da yalakalığa ve haksız övgüye alışmış kodaman meleler tarafından cedel olarak algılanmıştır. Hz. Nûh’tan istenen, vaad edilen tûfânın ne zaman kopacağı bilgisidir.

33- Dedi ki: “Onu size ancak Allah dilediyse getirir. Ve siz, âciz bırakacak değilsiniz.”

Âfetler keyfe keder değil, ancak Allah’ın tabiata koyduğu yasalar çerçevesinde gelişir. Her fırsatta Hz. Nûh, insanoğlunun âcizliğini hatırlatmasına rağmen, muhatap sürekli bir şeylere muktedir pozları vermeye devam etmektedir.

34- Ve size nasîhat etmeyi irâde etsem de, şayet Allah sizin için suyun taşmasını irâde etiyse, benim nasîhatim size fayda vermez. O, sizin Rabbiniz ve O’na döndürüleceksiniz.

Sözlükte “kötülük ve bozukluktan uzak bulunmak; iyi niyet sahibi olmak ve başkasının iyiliğini istemek” anlamlarındaki nush kökünden türeyen “nasîhat” kelimesi “başkasının hata ve kusurunu gidermek için gösterilen çaba; iyiliği teşvik, kötülükten sakındırmak üzere verilen öğüt; başkasının faydasına ya da zararına olan hususlarda bir kimsenin onu aydınlatması ve bu yönde gösterdiği gayret” manalarında kullanılmaktadır (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “nṣḥ” md.; et-Taʿrîfât, “en-Naṣîḥa” md.; Lisânü’l-ʿArab, “nṣḥ” md.; M. Tâhir İbn Âşûr, VIII/2, s. 193-194). 

Kurân’da “yuğviye” kelimesi kalıp olarak sadece burada gelir. Türevleri ise daha çok olumsuz bir davranışı, tutumu anlatmak amacı ile Kurân’da 21 yerde daha dolaylı manaları ile kullanılmıştır.  Müfessirlerin çoğunluğu âyetteki “en yuğviyeküm” ifadesini Allah’ın irâdesi ile birleştirerek “Eğer Allah sizi azdırmayı, saptırmayı istiyorsa…” anlamını vermek­tedirler. Ancak burada bizce davranış ve tutum olarak bir azma, sapma gibi kelimenin dolaylı manası değil temel/kök anlamı vardır. O da “suların azması, taşması” anlamıdır. Bu anlamı destekler tarzda bazı âlimler, kelimeyi “Allah’ın cezalandırması” manasında anlamışlardır. Meselâ Hasan el-Basrî bu manayı vermiştir. Taberî “en yuğviye” kelimesine suların yükselişi ile “helâk edilmeleri” anlamını vermektedir. Zemahşerî de söz konusu ifadeyi “en yuhlikekum”, yani “sizi helâk etmeyi” anlamında almıştır. Zaten 37. âyette “Onlar, muhakkak ki boğulacak olanlardır.” ifadesinin ışığında buradaki azmayı, “suların normal sınırların üzerine çok fazla çıkması sonucu onların dev dalgalara gark olmaları” şeklinde anlamak bağlama daha uygun bir meal olacaktır. Allah hiç kimsenin -buna İblis de dâhil- azmasını/sapmasını ne ister ne de irâde eder. Bu el- Hayr olan Allah’a da bir iftiradır. Allah her kulunun hidâyetini, ıslâhını, sulhunu ister ve bu yönde resûllerini göndererek irâdesini ortaya koyar.

Âyette Hz. Nûh gelecek olan tuğyana karşı onların iyiliklerini düşünmüş ve günah üzere helâk olup gitmemeleri için sakındırmak amaçlı nasîhatlerde bulunmuştur; ancak tûfâna karşı tedbir alınmazsa nasîhatin hiçbir işe yaramayacağından bahsetmektedir. Zîra lafla peynir gemisi yürümez. 

35- Yoksa: “Onu iftira mı etti?” diyorlar. De ki: “Eğer iftira ettiysem, o zaman benim suçum bana aittir. Ve ben, sizlerin işlediği suçlardan beriyim.”

Müfessirlerin çoğunluğu bu âyetin Nûh kıssasının bir parçası olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas bu âyetin Hz. Nûh’un kavmi ile olan konuşmasının devamı olduğunu savunmuş; Mukâtil ise bunun Hz. Muhammed ve Hz. Nûh’un kıssası olduğunu söylemiştir. Üslûp ve muhtevası dikkate alındığında âyetin muhatabının Hz. Muhammed olduğu ve Kurân’daki Nûh kıssasının ayrıntılı ve doğru anlatımı üzerinden Kurân’ın iftira olmadığına dair bir âtıf yapıldığı kanaatindeyiz. (Allah’u âlem.) (Krş. Yûnus 37-38) Kurân’daki iftira ve ifk arasındaki bir farkın da; iftiranın Allah’a, ifk’in ise başkalarına da atılmasıdır.

36- Ve Nûh’a vahyedildi: “Kavminden sana inanmış olanlar hariç, onlar sana inanmayacak.” Artık onların amellerinden dolayı üzülme!

Ayak takımı olarak görünen; ancak Hz. Nûh’a güvenenlerin varlığı sebebiyle gemiye binme kararı verecek yeni kişilerin olmayacağı bilgisi Hz. Nûh’a verilmiştir ki, artık onlarla zaman kaybedilmesin. Öyle ki, bir an önce kendisi ve çevresinde ona inanan ve güvenen dürüst, çalışkan insanları kurtarmak için gemiyi inşa etmelidir.

37- Vahyimiz ve gözetimimiz ile gemiyi tasarlayarak yap! Zulmedenler hakkında bana hitap etme! Onlar, muhakkak ki boğulacak olanlardır.

Sun’ kelimesi “fiil ve amel” kelimelerinden farklıdır. Bu kelimenin daha çok “yeni bir şey yapmak, icat, tasarı” gibi anlamları vardır. İcat manasından dolayı ilk gemiyi yapanın Hz. Nûh olduğunu söyleyen müfessirler de olmuştur. Hz. Nûh ilk gemiyi yapan değil, suyun olmadığı bir coğrafyada gemisini yapan ilk insandır. Burada “câriye, sefinet” değil de yük taşımaya uygun gemi anlamında “fulk” kelimesinin gelmesi de ince bir detaydır. Zîra geminin sert dalgalara ve ağırlığa dayanıklı olarak tasarlanması gerektiği detayı da verilmiştir. “Zulmedenler hakkında bana hitap etme!” uyarısı gemiye binmeyerek kendine, ailesine ve sorumlu olduğu kişilerin boğulmalarına sebep olan ve dolayısıyla sırf kibri ve inadı yüzünden başta kendisine, sonra çevresindekilere zulmedenler kastedilir. Ancak önceden yapılan bu uyarıya Hz. Nûh uymayarak oğlu hakkında 45. âyette Rabbine nidâ edecektir.

38- Ve o gemiyi yaparken, kavminin meleleri yanına uğradıkça onunla oyalandılar. Dedi ki: “Eğer bizimle oyalanırsanız muhakkak ki, sizin oyalandığınız gibi biz de sizinle oyalanıyoruz.”

Sehiru, “s-h-r” kökündendir. “Sihriy” teshir olmuş, ele geçirilmiş, zaptedilmiş, itaat ve hizmete alınmış anlamındadır. Rağıb’a göre “damat ve kadının aile fertlerine” denir. Ayrıca Furkân 54’te birbirine hısım olanlar manasında “sıhrân” gibi bu kökten kullanımlar vardır. Hısımda ve damat kullanımında veya Mûsâhhar olma manasının da temelinde karşısındakine yönelen, onunla oyalanıp meşgûl olma temel anlamı vardır. Hısımlar da birbirleri ile ilgilenir. Burada ise meleler Nûh’un yanına uğrayıp onun ne yaptığıyla ilgili orada zaman geçirmektedirler. Meleler cedelleştikleri Hz. Nûh’un haksız çıkıp mahçûp olmasını da istemektedir. (Bkz. “Ey Nûh! Bizimle cedelleştin, öyle ki bu cedelde çok ileri gittin. Eğer sen sâdıklardansan, o takdirde bize vaad ettiğin şeyi getir.” Hûd:32)  Kurân’da 34 defa gelen istihzâ kelimesi buradaki kelimeden hem kök hem mana olarak farklıdır. İstihzâ, sözlükte “alay etmek” anlamındaki hez’ (huzu’, huzuv) kökünden gelir ve manası  “başkasının söz ve davranışlarını kusurlu görmek veya göstermek amacıyla onu alaya alıp küçük düşürmek” manasında kullanılır. Kurân’da daha çok Allah’ın âyetlerini ve resûllerini alaya alan müşriklerin, kâfirlerin takındıkları tavırları aktarmak için kullanılır. Ancak bu âyette tûfân öncesi gemiyi yetiştirmek için var gücüyle çalışan Hz. Nûh ve inananları lafa tutup oyalama anlamı vardır. Kaldı ki “sehiru ve istihza” kelimeleri Enâm 10 ve Enbiyâ 41’de aynı âyetin/cümlenin içinde birlikte kullanılmıştır ki, bu da iki kelimenin hem yapı hem de anlam bakımından farklı olduğunun delilidir. Hûd 36’da Hz. Nûh’a vahyedilerek kavimin melelerinin ona inanmayacağı bilgisi verilmiştir. Bunun sebebi de onlarla zaman kaybetmemesi, oyalanmaması içindir.

Toplumun ıslâhı ve faydası için üretilen yeni fikirleri ve alınacak tedbirleri gereksiz sorularla, önemsiz konularla oyalamak burada kınanmıştır. Zayıf karakterli insanlar ciddi konuları demagojilerle, yersiz ve zamansız söylem ve eylemlerle geçiştirme eğilimindedir. "Bazı insanlar karşısındakinin ne tür zorluklarla mücadele ettiğini bilerek onlara daha sempatik duygularla nâzik davranırken, empatiden uzak benciller kendi keyifleri ve boş vermişliklerini karşısındakilerde de görmek isterler.

39-Artık alçaltan bir azâbın yakında kimlere geleceğini bileceksiniz. Ve onun üzerine, kalıcı azâp helâl olur.

Bu âyette Hûd 32’deki “Eğer sen sâdıklardansan, o takdirde bize vaad ettiğin şeyi getir.” ifadesine âtıfla azâbın iki özelliğine dikkat çekilmektedir. Rezil ederek alçaltan ve bu alçak hâlin bir karakter hâlini alması (mukîm olması) manasında, azâbın kalıcı hâle gelebileceği hatırlatılmıştır. Ciddi konuları gereksiz gündemlerle geçiştirmenin, zamanla yapanı nasıl değersizleştirdiği bilinen bir gerçektir. Âyetteki “alçaltan azâp”, tûfânın kopması yani bu dünyadaki azâbı ifade ederken, sürekli azâp da bu hâl üzere ölenleri bekleyen âhiretteki kalıcı azâptır. Kurân, tûfân tedbirine karşı sergilenen tutumlar üzerinden işâret ettiği ibretlik karakter analizlerinde önemli hiçbir detayı atlamamıştır. “Kalıcı azâbın helâl olması” kavmin kendi seçim ve irâdeleri sonucu âfete kör olup ölüme gitme harâmını, helâl kılmaları manasındadır. Bu ifade, tıpkı azâbın müjdelenmesi gibi ironik bir göndermedir.

40-Nihayet emrimiz geldi ve tandır kaynadı. “O zaman her şeyden, ikişer çift ve haklarında söz geçmiş olanlar hariç, ehlini ve inananları onun içine yükle.” dedik. Onunla beraber az kişiden başkası inanmadı.

Aileni ve inananları şeklinde mealendirilen bu âyette iki gruptan neden bahsedilmiştir? Tüm inananları gemiye bindir denilmesi yeterli olmaz mıydı? Zîra bu talep doğrultusunda Hz. Nûh, oğlunun da kurtulacağını zannetmektedir. Burada aile diye meal verilen “ehil/ehli” kelimesi geçmektedir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre ehl "sahip, taraftar" gibi sözlük anlamlarından başka "aynı mekânı paylaşanlar ve aile" manalarında kullanılmıştır. Ehlikitap kullanımında olduğu gibi kitabı iyi bilenler, onunla haşır neşir olanlar demektir. Ayrıca bir işin ustası, o işte becerikli, mahâretli, ehliyetli, yeterli kimse anlamına da gelir. Ehl olan kadrin bilir ben cevherim medh eylemem (Nef'î). Burada bir Hz. Nûh ve getirdiğinin kadrini bilen ehliimândan bahsedilirken, diğer grupta ise kalplerine tam imanın oturmadığı ancak Nûh’un tûfân olacağı sözüne inananlar manasında iki gruptan bahsedilmiştir. (Bunun ile alâkalı daha ayrıntılı bir izah için Bkz. Hûd:45-46)

Tennûr, sözlükte tandır denilen ve içinde ekmek pişirilen bir ocaktır. Bir nev’i fırındır. Feveran da, “kaynamak, fışkırmak” demektir. Bu kelime ateş üzerindeki tencere, kızgınlık ve şiddetli tutuştuğu zaman ateşin kendisi için kullanılır. (Krş. Mülk:7) Yer altı suları, magma tarafından ısınıp büyük bir basınçla yeryüzüne fışkırır. Bu yapılara gayzer denmektedir. Gayzerler tam da âyette anlatıldığı gibidir. Su, sıcaktan kaynamaya ve oluşan basınç ile zayıf bir nokta aramaya başlar. Suların çok hızlı yükselmesinin en önemli sebebi de bu dev yer altı okyanuslarının yüzeye hızla çıkmasıdır. Aynı ifadeyi nüzulde daha önce inen Kamer sûresinde şöyle okuyoruz: “Böylece, sağanak akan suyla semânın kapılarını açtık. Ve yeryüzünü pınarlar hâlinde fışkırttık. Böylece sular, takdir edilmiş olan emir üzerine birleşti.” (Kamer:11-12) Âyette yeryüzünün tennura benzetilmesi de bir Kurân mucizesidir. İbn Abbas, Süddî ve İbn Uyeynede tennur için yeryüzüdür, demişlerdir. Hz. Ali de suyun fışkırması manasını vermiştir ki bu da gayzer manasını desteklemektedir. Özetle yeryüzünün en çukur bölgesi olan Ur şehri ve havza şehirleri sadece yağmur ile değil yer altı sularının bir anda taşkınlara sebep olmasıyla yüzlerce kilometrelik alan sular altında kalmıştır. (Yapılan kazılar ve arkeolojik bulgular için Bkz. Şuarâ:119)

Her şeyden ikişer çift toplama emri, Hz. Nûh’un çevresinde bulabildiği evcil hayvanlardan ikişer çift gemiye yüklemesidir. Özellikle çift olanların seçilmesi, tûfân sonrasında kurulacak yeni yaşam alanında bu hayvanların tekrar çoğalabilmesi içindir. Zaten tûfân yerel/bölgesel olduğu için hayvanların soylarının tükenmesi de söz konusu değildir. Sadece inanan az kişinin hem tûfânda hem de tûfân sonrası ihtiyaçlarını karşılamak için bu tür bir tedbir emredilmiştir. Dolayısıyla Kitâb-ı Mukaddes’te anlatıldığı gibi, yeryüzündeki bütün hayvanların gemiye alınması ve yerleşmesi zaten söz konusu değildir. Tevrat’a göre gemiye binen ve tûfândan kurtulanlar, Hz. Nûh ile eşleri ve oğulları ile oğullarının eşleridir. Kurân’da ise gemiye binip kurtulanların imân eden kişiler olduğu bildirilmekte ve bunların -sayıları az da olsa- Hz. Nûh’un biyolojik ailesinden ibaret olmadığı anlatılmaktadır. Ayrıca, Hz. Nûh’un eşinin ve bir oğlunun gemiye binip kurtulanlar arasında olmadığı Kurân’da belirtilmektedir. Tevrat’ta ise bu bilgiler olmadığı gibi, anlatılanların zâhirine bakılınca, sanki Hz. Nûh’un sadece akrabalarının kurtulduğu anlaşılmaktadır. Bu konuyu da -her konuda olduğu gibi- ırk ve kan bağı temelinde değerlendirmek yanlıştır.

41-Ve dedi ki: “Ona binin. Onun akıp gitmesi ve karaya oturması Allah’ın ismiyledir. Muhakkak ki benim Rabbim Ğafûr’dur, Rahîm’dir.”

Kurân’da besmele Hz Süleyman’ın ağzından da nakledilir. (Bkz. Neml:30) Buradan da anlıyoruz ki besmele insanlık tarihi boyunca peygamberler tarafından ortak parola olarak kullanılmıştır. Peki, bir amelin veya fiilin Allah’ın ismi ile başlaması ne anlama gelmektedir? Allah ismi, aslında tüm esmayı cem eden has bir isimdir. Bir amele rahmet, merhamet, iyilik, affetme, bağışlama, ikrâm etme, sevgi, hayr, hakîkat ve selâm gibi olumlu, güzel ve iyi değerle başlama şuurudur. Besmele Rabbani insanların hayata bakış açısıdır, bir ameli neden yaptıklarının gerekçesidir. Hz. Nûh, gemiyi yaşlı-genç fark etmeksizin çevresindeki insanlar, topluca ölmesin diye tüm zorluklara sabrederek, hiçbir dünyevî beklenti içinde olmadan, tüm oyalama ve çeldirme girişimlerine rağmen, emek vererek inşâ etmiştir. O geminin suyun üzerinde kalması ve bir yerde karar kılıp durmasının tek amacı, hayat kurtarmaktır. El-Hay olan Allah’a imânın gereği de budur. Âyetin Ğafûr ve Rahîm esmaları ile bitmesi bu yorumumuzu pekiştirmektedir. Zîra rahmetteki merhamet, mağfiretteki koruma olarak kendini göstermiş/tecelli etmiştir.

42-Ve dağ gibi dalgalar içinde akıp gitmeden Nûh, azledilen oğluna seslendi: “Yavrucuğum, bizimle beraber bin ve örtenler ile beraber olma!”

Yâ buneyye, “Oğulcuğum/Yavrucuğum!” demektir ve küçültme ünlemi, oğulun yaşına bakmaksızın, yüreklendirme ve sevgi ifade eden bir hitap tarzıdır. Hz. Nûh besmelenin hakkını, kaçıp uzaklaşan ve kendisine tâbi olmadığını belli eden oğluna hitabında da hisettirmektedir. Hz. Nûh’un hitap şeklini aynen Hz. Lokmân’da da görüyoruz. O da “Yavrucuğum!” biçiminde hitap ederek oğluna öğüt veriyordu. Âyette geçen ma’zil “azledilmek” anlamında Türkçede de kullanılmaktadır. Beden veya kalp ile her tür “kaçınmayı ve uzaklaşmayı” ifade eder. Hz. Nûh’a yardım eden ve onun ehlinden gözüken oğlunun bundan vazgeçirilmesi anlamında azledilen kullanımı güzel bir detaydır. Hz. Nûh’un oğlu tûfândan önce saf değiştirmiştir. Muhtemelen başka insanların etkisiyle -Hz. Nûh’un tüm çabalarına rağmen- kendisinden azledilmiştir/uzaklaşmıştır. Bir peygamber için bu, çok hazin ve dramatik bir durumdur. Ne yazık ki bu durumun yansımaları, sonraki yüzyıllarda da baba-oğul ayrışması/çatışması şeklinde devam etmiştir.

43- Dedi ki: “Beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.” Nûh dedi ki “Bugün Allah’ın emrinden, rahmet ettikleri hariç korunacak yoktur.” Ve ikisinin arasına dalga girdi ve böylece o boğulanlardan oldu.

Allah’ın emri, yani yasası bölgenin coğrafî yapısından dolayı suların aniden yükselmesidir. Bu uzun süreli âfetten korunmanın yolu, geçici çözümler olamaz. Zîra hazırlıksız yakalananlar suyun üzerinde kalabilseler de açlığa ve susuzluğa birkaç günden fazla dayanamazlar. Gemiye önceden, erzak dâhil tûfân sonrası için bile yetecek tedbirlerin alınması, âfetin haftalarca sürdüğünü göstermektedir. İkisi arasına dev dalgaların girmesi, artık o noktadan sonra bir canı dahi kurtarmanın imkânsızlığını anlatan bir detaydır. Boğulacağını anlayan Firavun gibi Hz. Nûh’un oğlu ve kavmi de faydasız pişmanlıklar yaşamıştır. Bir baba veya anne için en büyük acılardan biri de evlat acısıdır. Hz. Nûh’un önerdiği rahmânî çözümü beğenmeyip salt kendi deneyimlerine ve aklına güvenme, çoğu gencin düştüğü bir hatadır. Akıllı gençler henüz geçmediği yollardan geçenlerin tecrübelerinden istifade etmekten gocunmaz. Ancak geçmişte ve günümüzde dev gibi sorunları aşmaya yardımcı rahmânî çözümler bazı gençler tarafından beğenilmemiştir.  İmân gemisine binmeyenler dağ gibi gördükleri sahte güçlere sığınarak hayatın sıkıntılarından korunma eğiliminde olabilirler. Bu zihniyetin, hayatın sorunlarından kurtaracağı iddiasında olan değerler sistemi ve sağlam gibi görünen ideolojileri de vardır. 

44-Ve denildi ki: “Ey arz, suyunu yut! Ve ey semâ, suyunu tut!” Ve su çekildi ve emir yerine getirildi. Ve cûdînin üzerine oturdu. Ve denildi ki: “Zâlimlerin kavmi uzak olun!”

“Arza suyunu yut, semâya suyunu tut!” denilmesi, helâkin oluş ve bitişinin sünnetullah çevresinde gerçekleştiğini anlatmak içindir. Yoksa kadirimutlak olan Allah’ın, âfeti bitirmek için birilerine bir şeyler söylemesine gerek yoktur. Zaten âyette “dedim” değil de “denildi ki” gibi dolaylı ifadeler kullanılarak bu durumun yasalar çerçevesinde geçtiği teyit edilmiştir. Cûdî kelimesinin; bazı kaynaklarda “cömertlik” anlamındaki cûd kökünden geldiği belirtilmektedir. Sümer yazıtlarında Gudi ve Babil yazıtlarında Kurti olarak geçer. İnsanlara ihtiyaçlarını bildirmelerine meydan vermeden lütuf ve ihsânda bulunma, el açıklığı, cömertlik anlamıyla “cûd ve kerem sahibi” şeklinde edebiyatta sıkça kullanılmıştır.” Cûdî kelimesi, toprağı cömert, çok fazla olmayan yükselti demektir. Dolayısıyla Kurân’da cûdî, özel bir dağ ismi değil, sadece geminin bilinen bereketli bir yükseltiye oturduğunu anlatmak için kullanılmıştır. Âyetin sonundaki Ve denildi ki: “Zâlimlerin kavmi uzak olun!” ifadesi de zâlim, yani haksızlık yapan, zulmeden kişilerin bu bereketli topraklardan uzak, bölgenin de kısmen izole ve güvenli bir yerleşim yeri olduğunu ifade etmektedir. Zaten bölgeyi bilen zâlimler, âfet eleği ile ayıklanmıştır. Cûdî’nin “hayat dolu bir ada” olması da muhtemeldir.

45- Ve Nûh Rabbine nidâ ederek dedi ki: “Rabbim! Muhakkak ki oğlum benim ehlimdendir. Ve muhakkak ki senin vaadin haktır ve sen, hâkimler hâkimisin.”

Hz. Nûh bu sözleri; Allah’ın, ehlini ve inananları boğulmaktan kurtaracağına dair vaadine işâret ediyordu. Zîra Allah “Ehlini ve imân edenleri gemiye bindir!” şeklinde bir emir vermişti. (Bkz. Hûd:40) Bu iki grubun ilki Nûh’un ehli, yani imân ehlidir ki bunlar Hz. Nûh’un resûl olduğuna imân edenlerin oluşturduğu imân ailesidir. Zaten Kurân, imân edenlere kardeş der. (Bkz. Müminler ancak kardeştir. Hucûrat:10) İkinci grup ise, tûfânın kopacağına inanan, henüz tam olarak kalbine imân girmemiş ama teslim olanlardır. (Bkz. Bedevîler imân ettik dediler. De ki: “Siz henüz imân etmediniz, imân kalplerinizin içine girmedi, ancak teslim olduk deyin! Hucûrat:14) İşte ikinci grup da henüz Hz. Nûh ve temsil ettiği İslam dinine tam girmemiş sadece zâhiren teslim olanlardır. Hz. Nûh’un oğlu ne ehlinden olan bir mümin ne de gemiye binecek bir müslimdir.

46- Dedi ki: “Ey Nûh! Muhakkak ki o, senin ehlinden değildir. Muhakkak ki onun yaptığı sâlih olmayan bir ameldir. Öyleyse hakkında ilmin olmayan şeyi benden isteme. Muhakkak ki ben, câhillerden olma diye sana öğüt veriyorum.”

Kurân’da imân ve sâlih amel yan yana kullanılır. Bu âyette de önce “O senin ehlinden değildi.” denilerek onun imân etmediği/güvenmediği ifade edilmiştir. Çünkü devamında “O sâlih amel de yapmadı.” gibi olumsuz bir ifade gelmektedir. Sâlih olmayan amel, insanı sahil-i selâmete çıkarmayan bir tercih demektir. Babanın üzüntüsü, verdiği emeklerin boşa gitmesindendir. Her evlât, anne-babasının ya sâlih olan bir ameli ya da emeklerinin boşa gittiği sâlih olmayan bir amelidir. Burada belirleyici olan evlâdın tercihleridir. Eğer Nûh’un oğlu sâlihatı seçse idi bundan hem kendisi hem de çevresindekiler yararlanacaktı. Ancak o sâlih olmayanı tercih ederek en büyük zararı kendine vermiş, sonra çevresindekileri üzmüştür. Dikkat edilirse bu nidâ ve niyaz, gemi karaya oturduktan sonra olmaktadır. Hz. Nûh, oğlunun öldüğünden emin olduktan sonra, sanki onun âhireti için mücadele etmekte, bir nevi ona öldükten sonra şefaat etmek istemektedir. Ancak Allah’ın cevabı nettir ve bu, cehâlet olarak tanımlanmıştır. “Hakkında ilmin olmayan bir şeyi benden isteme! ” ifadesinde Hz. Nûh’un bilmediğine işâret edilen şey, oğlunun aslında mümin görünümlü bir münafık olduğudur. Hz. Nûh’un, oğlunu ehlinden zannetmesi ancak böyle bir ikiyüzlülük sebebiyledir. Zîra Hz. Nûh, safını önceden belli eden eşi hususunda herhangi bir hayal kırıklığına uğramamış ve onun hakkında niyazda bulunmamıştır. Bazen evlâtlar ebeveynlerine ikiyüzlü bir tavır takınabilir. Gerçek, er veya geç ortaya çıktığında, bu ikiyüzlü tutum anne-babayı çok daha fazla üzer ve hayal kırıklarına yol açar. (Bkz. “Ey imân edenler! Eşlerinizden ve evlatlarınızdan size düşman olanlar çıkabilir, onlara karşı dikkatli olun!” Teğâbun:14) Hz. Nûh ve oğlunun kıssasından anlaşılıyor ki, insanlar arasındaki asıl yakınlık; kan bağından ziyade, ortak değerlere inanmaktan doğmaktadır. Evlâdınız bile olsa, ortak değerleriniz yoksa bir anda aranıza dağ gibi engeller girebilir. Allah’ın dinine inanmış ve peygamberlerini tastik edenler, birbirlerinin manevî kardeşleri ve dostlarıdır. Müminlerle kâfirler, ırk bakımından birbirlerinin akrabası olsalar da, bu akrabalığın Allah katında hiçbir değeri yoktur. Nitekim Hz. Nûh’un oğlu babasına inanmadığı için, Allah onu Nûh Peygamber’in ehli saymamıştır. Hz. Muhammed de bu âyetlerden ötürü aralarında hiçbir nesep bağı bulunmayan Selman’ı kendi ehlinden saymıştır. Buna karşılık, özellikle Bedir harbinde birçok sahabi, en yakınlarına karşı savaşmıştır. Aile olmak soydan/belden; ehil olmak, aynı yoldan gitmekten ileri gelmektedir. Hz. Nûh’un oğlu, şüphe yok ki Hz. Nûh’un ailesindendi fakat ehlinden değildi. Özetle gemiye binmek için Hz. Nûh’un soyundan(bel oğlu) gelmek değil, Nûh’un yolundan(yol oğlu) gitmek gerekir.

47- Rabbim! Muhakkak ki ben, onun hakkında ilmim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Ve bana mağfiret ve rahmet etmezsen hüsrâna uğrayanlardan olurum.” dedi.

Hz. Nûh’un, hakkında bir ilminin olmadığı oğlu için yapmak istediği şefâat talebi en üst perdeden reddedilmiştir. Zîra cehâletin her türü, mağfiret ve rahmetten mahrûm bırakıp muhatabını hüsrâna düşürür. Hz. Muhammed bu gerçeği bildiği için şu Kurân’î ilkeyi ehline hatırlatmıştır: “Ey Muhammed’in kızı Fâtıma! Nefsini Allah’tan satın al.  Şüphesiz ben senin için Allah’tan hiçbir şeye mâlik değilim.” Bu hadis-i şerifi Bezzar ve Beyhaki; ayrıca Müslim, Tirmizi ve Nesei de nakleder.  Hz. Nûh mağfireti ve rahmeti, sözde aracı-kayırıcı şefâatçilerden değil sadece ve sadece Allah’tan istemektedir. Resûllerin sünneti birilerinden şefâat beklemek değil, her şeyi amelleri doğrultusunda Allah’tan istemek ve beklemektir.

48- Denildi ki: “Ey Nûh, sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden bir selâm ve bereketlerle in! Ve ümmetleri metâlandıracağız. Sonra onlara elîm azâbımız dokunacak.”

Berekât kelimesi genellikle “hayırlı olan bir şeyin bolluğu” olarak ifade edilir. Bu kelimenin bedevîlerce ilk kullanımı, “deve ve kuşların su başlarına toplanması, birikmesi” ve “havuza suyun dolması” anlamlarında kullanılmıştır. (Lisanül-Arab) Bu ifade, tûfân sonrası zenginleşen ve bereketlenen yaşam alanlarına bir âtıf olabilir. Zaten âfetteki zahmetten korunan ondaki selâmet ve berekete nail olacaktır. Hûd 44. âyetindeki “Ve, cûdinin (cömertliğin ve bereketin) üzerine oturdu. Ve denildi ki: “Zâlimler kavmi uzak olun (selâmette olun)!”  ifadeleri burada tefsir edilmektedir.

Ümem kelimesi ümmetin çoğuludur. Aslında “ümmet” kelimesi bir çoğunluğu, bir cemaati ifade ederken, “ümem” kelimesi, çoğulun çoğulu gibidir. “Ümmet” kavram olarak, kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk sonucunda aynı yerde, aynı zamanda veya ortak ümm denilen kurucu ilkeler etrafında kümeleşen gruplara denir. Âyette Hz. Nûh ve yanındakiler için tek bir ümmet değil de ümmetler çoğul kullanımı tıpkı ehli ve inanalar kullanımında olduğu gibi gemide tek tip bir topluluğun olmadığını karma bir yapı olduğunu teyit etmektedir. Âyetin devamı da bu toplulukların sonraki süreçlerine bir gönderme yapmıştır. Zaten devam eden âyetlere önce metâlanan, arkasından âfetlerdeki rahmete kör olan Âd, Semûd kavimlerinden ve diğer ümmetlerden bahsedilecektir. Âfet olarak algılanan tabiat olayları aslında bereketin ve yaşamın olabilmesi için gereklidir. Onlara doğru yaklaşanları bekleyen, selâm ve berekettir. Metâlanma ve azâp kavramları; bireysel, sosyolojik ve ekolojik yükseliş ve çöküş, yapılış ve yıkılış, oluş ve bozuluş (kevn ve fesad) yasalarına da bir göndermedir.

49-İşte bunlar, sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Sen ve kavmin, bundan önce onu bilmiyordunuz. O hâlde sabret! Muhakkak ki akıbet muttakîlerindir.

Bilinen Nûh kıssası ile Kurân’ın anlattığı Hz. Nûh örnekliği arasında ciddi farklar vardır. Güzel akıbetin, maddî ve manevî âfetlerden sakınan muttakîlerin olacağı değişmez yasası ile kıssa sonlanmıştır. Bu güzel akıbete ulaşmanın yolunun da her tür zorluğa göğüs gererek bilgi ve bilinçle sabretmekte olduğu öğütlenmiştir. Zîra cehâlet sabrın düşmanıdır.

50- Ve Âd kavmine, kardeşi Hûd dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kul olun! Sizin, ondan başka ilâhınız yoktur. Siz ancak müfterilersiniz.”

Âd, Ahkâf adıyla bilinen ve Umman ile Hadramevt arasında yer alan geniş çöl bölgesinde yaşamış; büyük nüfus ve iktidarıyla tanınmış bir kavimdir. Fecr Sûresi 7. âyette geçen ve “direkler, sütunlar sahibi” anlamına gelen “Zâtu’l-imâd” terkibi, hem Âd kavminin çok güçlü kimseler olduğuna hem de onların kurduğu İrem kentinin o dönemde emsallerinin üstünde, benzersiz güzelliğe ulaştığını bizlere göstermektedir. Tabiî ki böyle bir medeniyet kısa sürede oluşmamış, birçok resûlün oraya gitmesi ile zamana yayılan bir süreçle inşâ edilmiştir. Hz. Hûd’un önceki resûllerden farkı, kendi resûllük döneminde bu kavmi bekleyen doğal âfet ve elîm azâptır. (Ayrıca Bkz. Şuarâ 123 )  Burada Hz. Hûd’un onlara müfteri demesinin sebebi tevhide karşı şirki savunmaları ve Hz. Hûd’un söyleminin ilâhî rıza değil maddî çıkar için olduğu iddiasıdır. Devam eden âyetteki savunmadan bu anlaşılmaktadır.

51- Ey kavmim! Sizden bir ücret istemiyorum. Ücretim, ancak fıtratımı ortaya çıkarana aittir. Artık akletmez misiniz?

Fetara, ilk önce parmak uçlarıyla devenin memelerinden süt sağma eylemi için kullanılmış; ancak zaman içinde bu anlam genişleyerek bir şeye müdahale etmek sûretiyle bir oluşum sağlamak anlamında yerleşmiştir. (Lisanül Arab). Fatr kelimesi, içinde gizleneni ortaya çıkarmak için yarıp açmak manasına gelir. Fetara, daha çok uzunlamasına yarılmak demektir. Yarılmak kimi zaman yapma, kimi zaman bozma yoluyla olur. (Rağıb)

Hz. Hûd, kavmini bekleyen âfet haberi ve resûl oluşu üzerinden kesinlikle bir rant devşirme niyetinde değildir. Asıl ücret/ecir, Hz. Hûd’a bir amaç verilmiş olmasıdır. Bu amaç; ondaki potansiyelin, merhametli fıtratın ortaya çıkması ve aktifleşmesine vesile olmuştur. Hz. Hûd bir tohum gibi içinde cenneti taşıyan “pasif iyi” iken, Allah ona insanları kurtarma gibi yüce bir görevle kendisini gerçekleştirme fırsatı vermiştir. O da “aktif iyi” olarak çevresindekileri aktifleştirmeye çalışmıştır. Bir insanı en fazla mutlu eden şey, insanın kendisini gerçekleştirebilmesi, fıtratına uygun ameller ortaya koyabilmesidir. İşte en büyük ecir de zaten budur.

52- Ey kavmim! Rabbinize istiğfar ediniz! Sonra O’na tevbe edin! Ki üzerinize semâdan bol yağmur gönderiyor. Ve sizin kuvvetinize kuvvet katıyor. Ve mücrimler olarak yüz çevirmeyin!

“Midrâr“, çok yağmur manasında olup mübalağa ile ismifâil sığasıdır. Allah, zaten nimetlerini yağdırmaktadır. Önemli olan bunu görebilmektir. Güce güç katan nimetin, imkânların bilincinde olabilmektir. Tabiat âyetleri ile savaşmak değil, onlarla uyum içinde yaşamak kuvvetimize kuvvet katar. Doğru ağaçlandırma ile erozyonla mücadele edilirse, dere yataklarına yerleşim açılmazsa yağan yağmur ve taşkını kaldıracak alt yapı hizmetleri yapılırsa âfetler, rahmet ve berekete dönüşüp güce güç katacaktır.

İstiğfar ve tevbe, yine Hûd 3’te olduğu sırayla gelmiştir. Önce suçu bırakma sûretiyle onun zararından korunmak olan istiğfar, sonra tevbe ile iyiye, hayra yönelmek… Bunun bir faydası da çevresindekilere, tabiat âyetlerine ve âfetlere karşı insanın duyarlılığını artırmasıdır. İstiğfar etmeyerek başkasının emeği üzerinden geçinen mücrimler, emek verip üretenler gibi yağmur, bereket, kuraklık ve gelecek ile pek de ilgilenmezler. Onların tek derdi, mevcut sömürü düzeninin devam etmesidir. Buna aykırı yapılan her söylem ve eyleme karşı, düzeni/statükoyu kutsayıp mutlaklaştırmaya çalışacaklardır.  

53-Dediler ki: “Ey Hûd! Bize açık bir delil ile gelmedin ve biz, senin lafınla ilâhlarımızı terk etmeyiz. Ve biz, sana inanmayız!”

Kavminin, azâp ve âfetlere karşı kendilerini koruduğunu iddia ettikleri ilâhları vardır. Hz. Hûd’un, kavminin put ve ilâhlarına rağmen günler boyu sürerek orayı yaşanmaz kılacak olan fırtınadan bahsetmesi, kavminin kökleşmiş inanç sistemini ve bölgeden edindikleri rantı bir anda boşa çıkarmaktaydı. Burada âfete karşı açık bir delil isteyen kavmi; canlı kanlı konuşan, tabiat âyetlerini onlara tefsir eden Hz. Hûd’a değil de cansız putlara itimat etmeleri, açık delil konusunda ne derece samimi olduklarını deşifre etmektedir. Sanki putları, ilâhları onlara açık deliller getirebiliyormuş gibi.

54- Biz yalnız “Bazı ilâhlarımız, seni kötü çarptı” deriz. Dedi ki: “Muhakkak ki benim şâhidim Allah’tır. Ve sizin şirk koştuklarınızdan beri olduğuma siz de şâhit olun!”

İ’terâ kelimesi bir kimseyi, bir şey bürüyüp sardı­ğında, başına bir iş geldiğinde kullanılır.  Râzî’ye göre, âyetin anlamı, “Ey Hûd! Sen putlarımızı tenkit ettin, bundan dolayı onlar da seni delirttiler.” şeklindedir. Burada Hz. Hûd, kavminin putlarının nasıl işe yaramayacağı konusundaki kararlılığını şâhitlik üzerinden dile getirmektedir. Önce Hz. Hûd’a, birilerinden ücret alan, para için onları sahip oldukları bu güzel şehirden çıkarmak istediği iftirasını attılar. Şimdi de ilâhlarının çarpması üzerinden tehdit etmektedirler. İlâhların çarpması, onun elçilerinin mucizelerle kendilerini ispatlamaları isteği, âfetlere karşı hiçbir şey yapmadan sırf inançla kurtulma zannının/inancının altında yatan asıl sebep; ilkesiz ve tutarsız bir rabb tasavvurudur (Bu yorumun delili için Bkz. Hûd 56). Hz. Hûd kendisinden emin tavrını ve tavizsiz duruşunu bir sonraki âyette şöyle devam ettirmektedir:

55- Onun astındakilerden… O hâlde topluca bana plân kurun! Sonra da bana göz açtırmayın.

Neden? Zîra ilâhların ve onların astında uydurulan aracıların herhangi bir zarara ve yarara muktedir olmadığını Hz. Hûd çok net bilmektedir. Bu duruşu ile kavminin inancının ne kadar bâtıl olduğunu muhataplarının da görmesini istemektedir. Burada “Bana göz açtırmayın!” cümlesi, sahte ilâh ve aracıların çarpma, zarar verme veya zararı def etme gücünün olmadığını ifade etmek içindir. Cinlerin, evliyânın, yatırın çarpabileceği inancına karşı herkesin Hûd’un bu örnek duruşunu göstermesi gerekir. “Bütün cinleriniz, evliyânız birleşsin ve göz bile açtırmadan beni çarpsın da görelim!” meydan okuması bizlere de bir mesaj olup bizlerden de istenmektedir. Muhatapların düşünmeden, bir delile ihtiyaç duymadıkları taklidî imânlarına karşı, Hz. Hûd’un meydan okuması ve akabinde Hz. Hûd’a hiçbir zararın dokunmaması, ondan istenen açık delilin/beyyinenin getirildiğine işârettir. Tabiî ki görene...

56- Muhakkak ki ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. Hiçbir dabbe yoktur ki, O onun alnından tutmuş olmasın! Muhakkak ki benim Rabbim, sırâtımustakîm üzeredir.

Sırâtımustakîm üzere olan bir Rabb tasavvuru ile kavminin Rabb tasavvuru arasındaki fark şudur: İlki, kulunun potansiyelini gerçekleştirme fırsatını ona yaşatmışken, ikinci tasavvur, bile bile kavmi ölüme sürüklemiştir. O yüzden inanmak için hayatın bir mucize olduğunu görmeden mucizeler, deliller bekleyene, mitolojik bir imâna sahip olanlara verilecek en güzel Kurân’î cevap “Benim Rabbim, sırâtımustakîm üzeredir.” Tevekkül kelimesinde Arap dilindeki kalıbı gereği bir zorlama vardır. Bu da herhangi bir konuda aklî ve bedenî gücü, yani metot ve eylem fonksiyonunu kullanmayı, dayanılıp îtimat edilecek yere dayanmayı ifade eder. Burada Hz. Hûd, ilâhî bir müdahale ile çarpılma ve olağanüstü mistik güçlere inanan muhatabına karşı sırâtımustakîmde olan Allah’ın yasalarına dayandığını, yani tevekkül edilmesi gerektiğini de öğretmektedir.

Dâbbe kelimesi sûrenin 6. âyetinde geçmişti. Kısaca kelime, “hareket eden, yürüyen, debelenen canlı” anlamına gelmektedir. Nâsıye kelimesi de Ezherî’nin açıklamasına göre, “başın ön kısmında saç biten yerdir.” Orada biten saç, bittiği yerin adı ile anılır. Halk dilinde buna “perçem” denir. Ancak burada kasıt perçem değil, onun bittiği alın bölgesidir, frontal lobdur. İnsanın karar verme merkezi de burasıdır. Bu lob insanın davranışlarına yön vermektedir. Çabalayan, didinen, hareket eden hiçbir “dabbe” yoktur ki Allah onun yazılımını ona yüklememiş olsun. Bu bağlamda ifade, vahye uyarak Hz. Hûd’un fıtratının nasıl ortaya çıkıp amacını gerçekleştirdiğine de bir âtıftır. (Bkz. Hûd 51) Sırâtımustakîmde olan Rabb, yarattıklarına da dosdoğru olacakları bir fıtrat/yazılım yüklemiştir. Bu yazılıma tâbi olmak en güzel tevekkül yöntemidir.

57- Buna rağmen yüz çevirirseniz artık ben, bana gönderileni size tebliğ ettim. Ve Rabbim, sizden başka bir kavmi sizin yerinize halîfe kılar. Ve siz, hiçbir şeyle ona zarar veremezsiniz. Muhakkak ki benim Rabbim, her şeyi muhafaza edendir.

Hafîz kelimesi “hâfız” kelimesinin mübalağalı şeklidir ve “hıfz” mastarından bir isimdir. Hıfz ise sözlükte “ezberlemek, zihinde tutmak, saklamak ve korumak” gibi anlamlara gelir. Allah’ın vasfı olarak ilk defa bu âyette kullanılmaktadır. Bu kök Kurân’da 44 yerde kullanılır. Kulları da niteler (Bkz. Kâf:32). Bu âyette bir neslin gidip diğer neslin gelmesi gibi yaşam ve ölümüm kurallarını belirleme örneği üzerinden kâinatın düzen içinde sürmesini temin eden manasındadır. Ayrıca hiç kimsenin yaptığını unutmayan, kullarından gâfil olmayan manası da vardır.

58- Ve emrimiz geldiği zaman, bizden bir rahmet ile Hûd’u ve onunla beraber inananları kurtardık. Ve onları galîz bir azâptan da kurtardık.

Emrin gelmesi, korunmuş (hıfz edilmiş) tabiat yasalarının gereğidir. Âfetin bir yasası olduğu gibi ondan korunmanın da kuralı, kaidesi ve yasası vardır. Âfet, felâket ve helâklerden koruyan yasalara Kurân “bizden bir rahmet” demektedir.

Ğalîz kelimesi “katı, sert, ağır, çetin, kaba” anlamlarına gelir. (Krş. İbrâhîm:17) 13 yerde geçer. Cehennemin bir vasfı olarak kullanıldığı gibi Nisâ:21 ve 154’te misâkın galîz olması şeklinde de gelir. Bu da, misâkın bozulmasıyla onları bekleyen çetin azâba bir göndermedir. Taberî, Zemahşerî ve Râzî tarafından yapılan yoruma göre; Hz. Hûd ve ona uyanlar hakkında bahsi geçen ilk kurtarma, Âd kavminin bu dünyada uğradığı fırtına felâketi, ikincisi ise âhirette çekecekleri cezaya ilişkindir. Yani onları helâk eden rüzgârlar, çetin âhiret azâbının üzerlerine olmasına vesiledir.

59-Ve işte Âd kavmi, Rabblerinin âyetlerine diklendi ve O’nun resûllerine âsî oldular. Ve her inatçı zorbanın emrine tâbi oldular.

Cehadû, “c-h-d” kökündendir. Kalpte ispatı yerleşmiş bir konuya karşı bilinçli bir tavır almaktır.(el-Müfredat) Bu yüzden bile bile inkâr etmek manası da verilmiştir. Ancak bu sadece bir inkâr değil; doğru, fıtrî ve evrensel olanla yapılmış “bilinçli bir cehd, bir diklenme, bir kafa tutma ve savaştır.” Allah’ın tabiata koyduğu yasalar belli ve ortada iken fırtınaya karşı ilâhlara, atalar inancına, mistik güçlere ve hurafeye inanmak âfet âyetlerine inatla direnmektir. Âsîliğin altında “cehd” yatmaktadır ve bu psikolojik bir hastalıktır. Cehd, âsîlikle sonuçlanır. Önce âfetin geleceğine dair kendilerine ulaşan tüm işâret, alâmet yani âyetlere karşı inatla körlük seçilmiş, sonra onu getiren elçiye âsî olunup elçi susturulmaya çalışılmış, bu bilinçli sağırlık en sonunda sâlih, hayırlı ve iyi olana değil; şiddete/zorbalığa tâbi olmakla sonlanmıştır.

Anîd; inat eden, inatçı demektir. Lisânül-Arap’ta anîd için şu tarif var: “Doğru olan bir şeyi doğruluğunu bilerek karşı çıkan, yani hakîkate yakın olduğu hâlde göre göre inkâr eden kimsedir.” (Bkz. Müddessir:16) Hûd’un kavmi bu inadını cehd ile zâhir etmiştir.

Cebbâr, cebirden mübalağalı ismifâildir. Yani çok cebredici demektir. İnsanlar için kullanıldığında her yerde olumsuzdur ve her işini zorbalık ve şiddetle yapıp bunu hûy hâline getiren manasındadır.  Cebr, zor kullanarak bir şeyi düzetmek ve bozmak için kullanılır.

Kavmi, Hz. Hûd’un kendilerine sunduğu rahmet ve kurtuluş âyetlerine karşı gösterdikleri direnç ve isyanı, ne yazık ki başlarına Mûsâllat ettikleri cebbârlara karşı göstermemiştir. Bu da zorbaların rahmeti ve hidâyeti hak etmediklerini göstermektedir.

60- Ve dünyada ve kıyâm gününde dışlanmaya tâbi tutuldular. Muhakkak ki Âd kavmi Rabbini örttü! Hûd’un kavmi Âd uzak oldu. Öyle değil mi?

Rabbi örtme, maddî ve manevî âfetlere karşı O’nun sunduğu rahmânî çözüme karşı müstağni bir tutum takınmaktır. (Bkz. “Biz, senin lafınla ilâhlarımızı terk etmeyiz” Hûd:53) Rabbi örtme onun Rabb sıfatının gereği kullarının ıslâhı için onları yönlendirmesini kabul etmeme, görmezden gelme, sahte ilâhlara sığınmadır. (Bkz. “Bazı ilâhlarımız, seni kötü çarptı” Hûd:54)

Lânet; Allah’ın rahmetinden, her hayırdan uzaklaştırmak demektir. Yani, onların hayrın her türlüsünden ve Allah’ın rahmetinden uzaklaşıp mahrûm kalmalarını anlatan bir sonuç kelimesidir. Bu sebeple “İnsan ne yaparsa kendisine yapar.” gerçeği asla unutulmamalıdır. Hûd’un kavmi Âd’ın uzak olması, sonunun gelmesi ve neslinin devam etmemesidir. Bu ifade aynı zamanda, Hûd kavminin yaşadığı dönem ile Kurân’ın indiği zaman arasındaki uzaklığı da ifade etmektedir. Zîra orayı temsil eden, oranın hatırasını sağlıklı bir şekilde yaşatan ve aktaran kimsenin kalmaması aradaki mesafeyi arttırmıştır.

61- Ve Semûd’a, onların kardeşi Sâlih dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kul olun! Sizin için O’ndan başka ilâh yoktur. Sizi arzdan inşâ eden ve orayı size imar ettiren O’dur. Artık O’ndan mağfiret isteyin! Sonra O’na tövbe edin! Rabbim, muhakkak ki çok yakındır, icâbet edendir.”

Âyetlerdeki “ehâhum/kardeşleri” kullanımı, tüm resûllerin âfet bölgesi halkından olduğunu gösteriyor. Helâk olan kavimlerin peş peşe yer aldığı Arâf, Hûd, Neml ve Ankebût sûrelerinde Hûd, Sâlih ve Şuayb peygamberlerin adları anılır. Bunun istisnası farklı bir coğrafyadan gelen Hz. Lût’tur. Az su anlamındaki Semûd kavmi, kendi imkânları ile kendi kendine yeten büyük bir şehir kurmuştur. (Bkz. Şuara:141)

İnşâ; yaratma aşamasında, ister insan ister bitki isterse kavimlerle ilgili kullanılsın, ilk te­mel ve tohumun atılıp sonra bu temelin üzerine ilerlemeyi, büyüyüp yetişmeyi, gelişmeyi ve bunun tamamlandığı noktaya kadar uzanan yapıyı ifade eder. Türkçede bu kavram en güzel şekilde ‘inşaat’ kelimesiyle açıklanabilir. Bilindiği gibi, ‘inşaat’ yapılarla ilgili ola­rak kullanılır ve temelin atılmasından yapının tamam­lanmasına kadar geçen hâli anlatır. Tin sûresindeki en güzel kıvam olarak tanımlanan takvîm ise, insan anatomisinin yaratılmasındaki aşamalı, çok zamanlı süreçlere denirken burada da evre evre yaratılmaya atfen inşâ kelimesi kullanılmıştır. Şu an anlıyoruz ki yaratılma uzun süreçte ve elemeler sonucu en mükemmel hâle gelmiştir. Misalen beynin gelişmesi de öyledir. Önce sürüngen beyni olan ilkel beyin, sonrasında üst beyin denilen korteks, bu temelin üzerine inşâ edilmiştir. Bu aşamalı yaratılmada en önemli faktörlerden biri de insanın çevresi ve şartlar ile olan uyum yeteneğidir. Tabiat âyetleri ile uyum sağlayamayan nesiller, doğal seleksiyon ile elenmiştir. İşte helâk olan kavimler bu elemeye tipik örnekler barındırmaktadır. Arzın kurallarına uygun davranmak, arzı yaratana saygı duymakla olur. Bu saygı ve hürmet bizi olumsuzluklardan koruyacaktır. İşte yaratanın mağfireti böyle gerçekleşir. Hz. Nûh, Hûd ve Sâlih; Rabbin mağfireti ile iyiliği, hayrı, sulh ve selâmeti hedeflemiş; doğal seleksiyonlardan daha güçlü, daha deneyimli ve mevcût şartlara daha iyi adapte olup nesillerini devam ettirmişlerdir. Mucîb; icâbet eden, doğru zaman ve yöntemle isteyene karşılık veren demektir. Yeter ki insan ne istediğini bilsin. El-Karîb; çok yakın, yakınlıkta sınır tanımayan, yakınlıkta eşsiz ve benzersiz olan demektir. Allah kuluna yakındır; ancak bu hakîkat, her zaman kulun da Allah’a yakın olduğu anlamına gelmez. Kişi kendisinden, hakîkatten, haktan ve hukuktan uzaklaştıkça bâtıla, şerre ve sahte ilâhlara yakınlaşır. El Mucîp olan, ona da o yönde icâbet eder. Bu iki mübarek esma uzak Allah tasavvurunun oluşturduğu tüm şirk inançlarına karşı sunulan en temel çözümü sunar. O da ilâhî icâbetin ancak yakınlıkta bulunacağıdır.

62- Dediler ki: “Ey Sâlih, sen bundan önce gelecek vaad eden biriydin! Babalarımızın taptığı şeylere, bizim tapmamızı sen bize yasakladın mı? Gerçekten, bizi davet ettiğin belirsiz şeyden ikilem içindeyiz.”

Hz. Sâlih, yasakçı bir zorba değildir. Ancak kavmi, din ve vicdan özgürlüğünü vaad eden İslam’ı ve onun resûlünü yasakçı bir zorba gibi lanse etmek istemiştir. (Bkz. “Dileyen imân etsin dileyen inkâr…” Kehf:29)

Mercüvven kelimesi “ümit beslenen, gelecek vaad eden” anlamlarına gelmektedir. Ümit bes­lenmesinden anlıyoruz ki, Hz. Sâlih peygamberliğini ilan edip gelecek ve gayb ile alâkalı bir âfet haberi getirene kadar, topluma lider olacak kapasitede görülmektedir. Resûllerin hakîkat için, insanların iyiliği ve selâmeti için neleri göze aldığını, nelerden vazgeçtiklerini bilmek, hakkı ve doğru olanı seçme noktasında bizlere güzel örneklikler sunmaktadır. Şekk, “karar ver­mekle vermemek arasında kalan iki yoldan birini seçme durumunda kalmaktır.” (Bkz. Neml:66) Murîb ise geleceğe ilişkin belirsizliği ifade etmektedir.  Bir yanda gelecek vaad eden ve kavmini kurtarma potansiyelinde olan Hz. Sâlih’in âfete karşı sunduğu bölgeyi terk etme çözümü, diğer yanda atalarının putlarına güvenerek bâtıl inanç ve hurafelerle yıllarca korudukları şehirleri…

63- Sâlih dedi ki: “Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden açık bir delil üzerinde isem ve O bana bir rahmet vermiş ise yine de görüşünüz bu mu? Artık ona âsî olursam Allah’a karşı kim bana yardım eder? Bu durumda siz benim hüsrânımdan başka bir şeyi arttırmazsınız.”

Hz. Sâlih’in öncelikle muhatabı irrite edecek olan “siz dili” değil de, kendi üzerinden hüsrânı ifade etmesi, muhatabın savunmaya geçip düşünmeden karar vermesini engellemek içindir. Özenle seçilmiş bu ince hitap tarzı, bizlere de örneklik teşkil etmektedir. Ancak kavmi, Rabbden gelen açık delilleri güzel bir üslûpla tebliğ eden resûlüne âsî olmayı seçmiştir. Hz. Sâlih, bu açık delillerden istifade edip onları doğru okuma yetisine de “…bana bir rahmet vermiş ise…” demektedir. Allah’a karşı onun zıddına değil, onun yasaları sonucu oluşan âfete karşı “…bana kim yardım eder?” sorusu da yine karşıya verilen değer ve önemi göstermektedir. Ayrıca bu çağrıda, O’nun âfetine karşı hurafelerle durulamayacağı gerçeği de vardır.

64- Ve ey kavmim! Bu Allah’ın dişi devesi, sizin için bir âyettir. Artık onu serbest bırakın! Allah’ın arzından yesin! Ve ona kötülükle dokunmayın! Aksi hâlde sizi, yakın bir azâp yakalar.

Nâkahtullah, Allah’ın devesi demektir. Bu kullanım, sahibi olmayan dişi develer için kullanılır ve özellikle seçilmiştir. (Ayrıntılı bir izah için bkz. Şuarâ:155) Şuarâ sûresinde devenin su içmesinden, burada ise beslenmesinden bahsedilmektedir. Devenin “binek hayvan olarak ilk kez ehlileştirilmesi” ile çölün gemisi olan deve, bölgeyi sağlıklı olarak tahliye etmek için sunulmuş bir kurtuluş ve rahmet âyetine dönüşecektir. Aksi takdirde yakın olan dünya azâbı(âfet, felâket) onları tedbirsiz yakalayacaktır.

65- Oysa onu sakatladılar. Bunun üzerine dedi ki: “Yurdunuzda üç gün metâlanın! Bu yalanlanması olmayan bir vaattir.”

‘Akara kelimesi, “boğazlamak veya öldürmek değil özellikle yürümeyi sağlayan bacaktaki tendomları kesmek sûretiyle hayvanı yürüyemez hâle getirmektir.” Bu, boğazlama öncesi yapılan bir işlemdir. Bu nedenle “…kestiler, öldürdüler değil; sakatladılar, yürüyemez hâle getirdiler.” şeklinde meal vermek maksadı daha iyi ifade edeceği kanaatindeyiz. (‘Akara için Bkz. “Böylece onu sakatladılar, bu yüzden de pişman oldular.” Şuarâ:157)

Buradan, âfetin şiddetinden korunmak için üç gün öncesinden hazırlıklara başlayıp yola çıkmak gerektiği anlaşılmaktadır. Bir devenin yaklaşık olarak günde kat edeceği yol, 150 km’dir. Dolayısıyla Hz. Sâlih ve ona inananların, âfet olduğunda yaklaşık 400- 450 km uzaklıktaki en yakın yerleşim yeri ve su kaynağına ulaşmış olmaları sonucu çıkmaktadır.

66- Böylece emrimiz geldi. Sâlih ve beraberindeki inananları, bizden bir rahmetle kurtardık. Ve o günün zilletinden de kurtardık. Muhakkak ki senin Rabbin, O Kaviyy’dir, Azîz’dir.

Hz. Nûh’un kıssasında, âfetten kurtulmak için öğretilen rahmânî çözüm gemi iken; burada çöl denizini aşacak olan Allah’ın devesidir. Kavî, kuvvet sahibi olandır. Allah’ın yönlendirmesine tâbi olanların gücüne/kuvvetine kuvvet katılmış iken; bu rahmânî çözümlere sırt dönenler güç ve izzetlerini kaybederek helâk olmuşlardır. Her şey O’nun kudret ve kuvveti karşısında güçsüzdür, O’na boyun eğmek zorundadır. Rabb için el-Kaviyy ve el-‘Azîz sıfatları, yedi yerde birlikte kullanılır. Zaman açısından ilk kullanım, hicret öncesinde indirilen bu sûredir. 5’i ise Medenî sûrelerde yer alır. El-Kaviyy, çok kuvvetli demek iken; el-Azîz sonsuz şeref sahibi, izzet ve şerefin kaynağı demektir. Vahyin yönlendirmesi sonucu elde edilen kuvvet; ezen, yok eden bir güç değil, izzet ve şeref temelli yaşamayı temin eden bir sıfattır. Şimdi Kaviyy ve Azîz sıfatlarının zıddı Semûd kavmi üzerinden tarif edilecektir.

67- Ve zulmeden kimseleri bir sayha aldı. Böylece kendi diyarlarında dizüstü çökerek sabahladılar.

Asbahu, sabâh veya subh kelimesinden gelir. Sabâh, günün ilk vakitlerine denir. O da güneş ışığıyla ufkun kızıllaştığı vakittir. Misbâh ise, hem lamba hem de içinden su içilen kap anlamına gelir. Ayrıca, sabah oluncaya kadar dizleri üzerinde çöküp kalkamayan deve için de kullanılır. (el-Müfredat) Burada özellikle bu kelimenin seçilmesi manidardır. Kelime aynı zamanda bir hâlden başka bir hâle geçişi de ifade etmektedir.

Sayha, sesin en yüksek hâlidir. Bu kelime fiil olarak tahtanın veya elbisenin yarılırken çıkardığı sese denir. “İnsahel habeş” sert bir kabuk veya tahta, yarılıp ses çıkardı, demektir. Yer kabuğunun yarıkları olan fay hatları ve akabindeki yanardağ oluşumları veya patlamaları tabiatın çıkardığı en yüksek sesi var eder. İşte bu ultrasonik ses dalgalarına “sayha” denir. Âyetteki “…dizüstü çökerek…” diye çevirdiğimiz “câsimîn” kelimesi, “hareket etme fırsatı, imkânı ve kuvveti bulamama hâlini” ifade etmektedir. Hz. Sâlih’in kavmi, günler önce gerekli erzak ile bölgeyi terk etme imkânlarını kendi elleri ile sakat bırakmış ve yaya kalmışlardır. Tedbirsiz ve devesiz bir çöl yolculuğu, ölüm demektir.

68- Sanki orada hiçbir şeye muhtaç değillerdi. Muhakkak ki Semûd Rabblerini örttü. Semûd uzak oldu. Öyle değil mi?

Genelde bu âyete “Sanki orada hiç yaşamamışlardı.” şeklinde meal verilmiştir. Bu ifade Semûd kavminin ardından hiçbir iz, eser ve binanın kalmadığı durumlarda kullanılır. Eğer âfet geride hiçbir şey bırakmasaydı ve o bölge “doğal-coğrafî hâline” dönseydi böyle bir ifadenin kullanılması doğru olurdu. Ancak Semûd kavminin taşları oyarak elde ettikleri evler, su sarnıçları ve diğer eserleri günümüze kadar ulaşmıştır. Kurân indiğinde de Âd ve Semûd kavimleri bölge insanının bildiği, tanıdığı, izlerini gördüğü kavimlerdir. Eğer bir medeniyetin izine rastlanıyorsa “Burada kalıcı olduklarını sandılar.”  veya “Kurdukları bu düzenin, sanki hep böyle devam edeceğini zannettiler.” şeklinde olması gerekirdi. Oysa âyette yaşam veya hayat sürme manasındaki “hay” kökünden herhangi bir kelime kullanılmamış, “ğ-n-y” kökünden “yağnev” kullanılmıştır. Bu kelime “bir şeylere veya birilerine ihtiyaç duymama, muhtaçlığın kalktığı zenginlik hâlini” anlatan bir köke sahiptir. Semûd kavmi, kendi kendine yeten şehirleri ve bâtıl inançları ile rahmânî yönlendirmeye ihtiyaçlarının olmadığı zannına düşmüştür. Bu müstağni ve zanna dayalı tavırları, sonlarını getirmiştir.

69- Ve and olsun ki, resûllerimiz İbrâhîm’e müjde ile geldiler: “Selâm!” dediler. O da: “Selâm!” dedi. Bunun üzerine, çok geçmeden kurutulmuş bir buzağı getirdi.

Bu pasajda Hûd sûresinde nakledilen kıssaların dördüncüsü yer almaktadır. Hz. İbrâhîm’in hayatından önemli bir kesit nakledilecektir. Hz. İbrâhîm’in misafirlerine sunduğu ikrâm, Zâriyât:26. âyette “semîn”, bu âyette ise “hanîz” kelimesiyle nitelenmiştir. Hanîz kelimesi, “arıtılmış, içindeki fazlalıklar atılmış” demektir. Kelime ilk olarak “atı terletme” anlamında, daha sonra hem “güneşin insanı terletmesi” hem de “etin sıcak taşlara sıkıştırılarak suyunun giderilmesi, akışkanlığının kaybettirilmesi” işlemi için kullanılmıştır. Etin tuzlanıp suyunun alınması ve güneşte kurutulması yöntemi, bozulmasını önlemekte idi. Bu nedenle hanîz kelimesi, kurutulmuş et olarak meallendirilmiştir. “Semîn” ise zayıflığın karşıtı olup güç veren anlamına gelmektedir. Güç kaynağı olması sebebiyle yağa da semen denir. Hz. İbrahim misafirlerine elindekinin en sağlıklısı ve en kaliteli olanını getirmiştir.

Selâm vermek ve almak Kurân’î bir düsturdur. Selâm; selâmet, barış ve sulh demektir. Selâmın anlamı, muhataba hiçbir zarar ve kötülüğün verilmeyeceğinin teminatıdır. Zaten elçiler müjdeyi taşımaktadır.

70- Öyle ki ellerinin ona uzanmadığını görünce onları garipsedi ve onlardan yana içine bir korku düştü. Dediler ki: "Korkma! Muhakkak ki biz, Lût kavmine gönderildik.”

İbn Abbas, gelen elçilerin Cebrâil ve beraberindeki iki melek olduğunu söyler. Bu iki meleğin de Mikâil ve İsrâfil oldukları rivâyet edilmiştir. Hz. İbrâhîm, gelen misafirleri tanımamaktadır. Bu yabancıların uzaktan gelmesi ve böyle bir ikrâmı kabul etmemeleri, “halîl” lakabını alan ve her misafirine sofra kuran İbrâhîm peygamberin yabancı olduğu ve garipsediği bir durumdur. Bu hâl “nekire-hum” kelimesi ile ifade edilmiştir. Nitekim Zâriyât 25’te Hz. İbrâhîm, gelen resûlleri “kavmun munkerûn/yabancı, bilinmeyen kavim” ifadesiyle tanımlamıştır. İkrâmın reddedilmesinin, o günün geleneğinde husumet ve düşmanlık belirtisi olabileceğinden, bilinmezlikten kaynaklı bir endişe ve korku (havf) oluşmuştur. Âyet, gelen bu elçilere melek demese de, elçilerin davranışları normalin dışındadır. “Allah meleklerden de insanlardan da resûller seçer.”(Hac:25) âyeti ışığında bu misafirlerin/elçilerin beşer görünümünde “temessül eden melekler olabileceği” kanaatindeyiz. (Bkz. “Ona normal bir beşer gibi temessül etti.” Meryem:17) Tevrat’ta, yapılan ikrâmdan onların yedikleri yazılıdır. (İbrâhîm hazırlanan buzağıyı yoğurt ve sütle birlikte götürüp konuklarının önüne koydu. Onlar yerken, o da yanlarında, ağacın altında durdu. Tevrat- Tekvin-Bölüm 18:8) Hicr:51’de bu resûllere dayfi/misafir denilmektedir. “Ve onlara, İbrâhîm’in misafirlerinden haber ver.” (Lût kavmi ile alâkalı ayrıntılı bir dipnot için bkz. Şuarâ:160)

71- Ve bunun üzerine karısı ayaklanmışken gülümsedi. Oysaki onu, İshâk ile ve İshâk’ın arkasından Yakûb ile müjdeledik.

Kâime ifadesi meallerde genellikle “…ayakta dikiliyordu.” şeklinde çevrilmiştir. Fakat kelime aynı zamanda “ayaklanmayı da” ifade etmektedir. Nitekim kıyâm kelimesi “harekete geçme, haksızlığa karşı pasif durmayıp kıyâm etme” anlamında da kullanılır. Kurân’da bu anlamda kullanılan birçok âyet de vardır. (Bkz. Kehf:14, Cin:19) Sare annemiz, gelen bu elçilerin normal birer misafir olmadığını tıpkı Hz. İbrâhîm gibi anlamış ve panikle ayaklanmıştır. Zîra bir âfet geliyorsa en kısa zamanda o bölgeyi terk etmek gerekir. Tam bu sırada elçilerin Lût kavmi için geldiklerini söylemeleri, muhtemelen kendisini rahatlatmış olmalı ki bu hâl sîmâsına da yansımıştır. Ancak bu davranış da hatalıdır. Doğru olan “kendin için” sevinmekten önce “onlar için” endişelenmektir. 74. âyette Hz. İbrâhîm, Lût kavmi için endişelenerek elçilerle bir mücadeleye girişecektir. Kurân, Sare’nin tepkisini değil, Hz. İbrâhîm’in tutumunu -halîm ve evvâh oluşundan bahsederek- övmektedir. (Bkz. Hûd:75) Kaldı ki Sare için Kurân zevc (uyumlu, denk eş) değil, imraâte kelimesini kullanılmıştır. Bu kullanım, Hz. İbrâhîm’in ve eşinin olaylara bakış açıları arasındaki farkı da göstermektedir. Zevc ve imra farkı, özetle şöyledir: Tahrîm 10’da hem Hz. Nûh’un hem de Hz. Lût’un eşleri “imrae” kelimesiyle nitelendirilmiştir. (Ayrıca bkz. Kassas 9, Tahrîm 11 ve Tebbet 4. Tebbet sûresinde bizce anlatılan Firavun’dur. Ayrıntılı açıklama için Tebbet sûresine bakınız.) Haddizatında Firavun’un karısı için de “zevc” değil “imrae” kullanılmıştır. Mısır Azizi’nin karısının, evinde yetişen genç/delikanlı Yûsuf’a duyduğu arzuya kendini kaptırıp onunla birlikte olma isteği sebebiyle Yûsuf 30’da Aziz’in karısını tanımlayan sözcük yine “zevc değil imrae” şeklindedir. Buna karşılık Hz. Âdem’in eşi zevc, Hz. Muhammed’in eşleri ezvâç, müminlerin birbirine uyumu ve müşriklerin birbirine eşlik etmesi sebebiyle hep zevc ile ifade edilmiştir. Sözün özü Kurân’da genellikle birbiri ile uyumlu eşlere, arkadaş ve yoldaşlara “zevc” denirken, uyumsuz eşlere “imrae” denilmektedir. Sare, “Hz. Lût ve inananların yaşadıkları o bölgeden nasıl kurtulacakları veya onların akıbetleri ne olacak?” sorusu veya sorununa odaklanmak yerine, yine kendisini düşünerek aşağıdaki cümleleri kurmaktadır.

72- Dedi ki: “Vay başıma gelen! Ben mi doğuracağım? Ve ben bir acûzeyim. Ve kocam da bir ihtiyar… Muhakkak ki bu, elbette acayip bir şeydir!"

Veyletâ kelimesi “veyl” kökünden gelir ve asıl manası, rüsvay olmak demektir. Korkunç bir durumda bu tabir kullanılır. Bu­rada da ilerlemiş yaşından dolayı “Konu-komşu ne der?” düşüncesini ifade etmektedir. Âyette ge­çen “ba’lî” lafzı, “kocam” anlamındadır. Ba’l, durumu idare eden kişi, koca ve put ismi olarak kullanılmıştır. (Bkz. Saffat:125) Kocanın bu sıfatı aldığı durumlarda genelde koca, hanımının durumunu idare eder. Şeyh; yaşlı, pirifâni demektir. Sare’nin bu tepkisine, gelen resûllerin düzeltici cevabı şöyledir:

73- Dediler ki: “Allah’ın emrini mi acayip buluyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri ehlibeytinizin üzerinedir.” Muhakkak ki O, Hamîd'dir, Mecîd’dir.”

Burada Allah’ın emri, eşlerin ilerlemiş yaşlarına rağmen çocuk sahibi olabilecekleri yasasıdır. Bu potansiyel ile insanoğlu yaratılmıştır. Bir yasanın, sünnetin normalin dışında olması veya az görülmesi onun olmayacağı anlamına gelmez. Bugün, 74 yaşında anne, 82 yaşında baba olan bir çift literatüre de girmiştir. Hane halkının artışının rahmet ve bereket olarak aileye yansıyacağı da yine gelen resûllerin verdiği müjdelerden biridir. Ehlibeyt kavramının, sadece Hz. Peygamber ve kan bağından oluşan ailesine ait bir kullanım olma­dığını, diğer peygamberlerin aileleri için de Kurân’da kullanılabildiğini bu âyetlerden öğreniyoruz. Hamîd; iyilik, güzellik ve erdemlilikle niteleyip övmek gibi anlamlar taşıyan “h-m-d” kökünün türemiş şeklidir. El-Hamîd, bütün iyilik ve güzelliklerle övülen, sayısız nimet ve lütûflarıyla övgüleri boşa çıkarmayan Allah’ın bir esmâsıdır. Bu isim, Allah’ın zâtî ve fiilî sıfatlarıyla övgüye layık tek ilâh olduğunu belirtir. Bir kişi ancak övüldüğü zaman Mahmûd adını alır. Fakat Hamîd olan varlık, başkası tarafından övülse de övülmese de doğal ve sürekli olarak övgüye layıktır. (Krş. Burûc:8, Fâtır:15, İbrâhîm:1–8) Mecîd kelimesi ise ilk olarak Burûc:15-21. âyetlerinde ve Kâf sûresinin girişinde Kurân’a sıfat olarak gelmiştir. Burada ise Rabbimizin bir ismi olarak geçmektedir. Bu isim “asâlet ve şerefli olmak” gibi anlamlar taşıyan “m-c-d” kökünün türemiş şeklidir. Seçilen bu iki esmâ, pasajı bize anlatmakta anahtar kelimelerdir. Övgüyü, itibarı dışarıda aramanın, şerefi ve haysiyeti başkalarının verdiğine göre değerlendirmenin ne büyük bir hata olduğu bu iki mübarek esmâ ile öğütlenmiştir. Geç yaşta çocuk sahibi olmanın veya olamamanın ne şeref ve asâlet ne haysiyet ve ne yerilmeyle alâkasının olduğu; asıl izzet, şeref ve haysiyetin kaynağının övgüleri boşa çıkarmayan Allah’ın olduğu hatırlatılmıştır. “Desinler!” inancı ne kadar artarsa, kulda da Hamîd ve Mecît esmâlarının tecellisi o oranda azalmaktadır.

74- Öyle ki İbrâhîm’den ürperti gidip ve ona müjde geldiği zaman Lût kavmi için bizimle mücâdeleye girişti.

Er-Rev’ kelimesi Kurân’da sadece bu âyette geçer. Manası, kalpteki çarpıntı ve ürküntünün devam etmesidir. Ayrıca “giden, yürüyen” manaları ile birleşik kelimeler yapar. Aheste-rev, ağır giden. Pîş-rev, önden giden. Hz. İbrâhîm “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” demez. Zîra bu bencilliktir. Oysa başkasını düşünmek, başkasının ba­şına gelecek olaydan dolayı kaygılanmak peygamber ahlâkıdır. “Eğer sana bir güzellik isâbet ederse bu onları üzer ve eğer sana bir musîbet isâbet ederse ‘Biz daha önce tedbirimizi almıştık.’ derler ve sevinerek dönüp giderler.” (Tevbe:50) Düşmanınız dahi olsa başkasına isâbet eden musîbetten sevinmek doğru bir tavır değildir. 628’deki Hayber gazvesinin akabinde Mekke’de çekilen kıtlık ve sıkıntılara karşı Allah Resûlü kendisini ve müslümanları öldürmek isteyen müşriklere yardım etmiştir.

75- Muhakkak ki İbrâhîm cidden çok halîm, bağrı yanık, yönelendir.

Halîm kelimesi, kendisine yapılan kötülükten dolayı intikam almayan, cezalandırmada aceleci davranmayan demektir. Bu açıklamayı Zemahşerî, Nesefi ve Beydâvî yapmaktadır. Nefsi, gazabın heyecanından alıkoyma meziyetine de “hilm” denir. Halîm vasfı ulûhiyeti nitelediğinde, isyanlarına rağmen kullarını cezalandırmada acele etmeyen, intikam peşinde koşmayan, onlara günahlarından dönüp tövbe etmeleri için imkân veren Allah anlamına gelir. Hz. İbrâhîm Saffat:101’de halîm bir evlât ile müjdelenmiştir. Çünkü halîm bir baba, halîm bir evlât yetiştirecektir. Hz. İbrâhîm, karısı gibi bu olayı gülümseyerek karşılamamıştır. Hz. İbrâhîm’de “Afet bize gelmiyorsa kime giderse gitsin!” düşüncesi olmadığı için azâbın ertelenmesini talep etmektedir. Ancak El-Halîm olan Allah, âfetten çok uzun bir zaman önce elçisi Lût ile onları uyarmış, hiç haberleri yokken bir anda dünyalarını başlarına yıkmamıştır. Âfetler, önceden belirlenmiş tabiat kanunları ile ilgilidir. Sırâtımüstakîmde olan bir Rabb, keyfe keder tabiatın dengesini bozmaz, değiştirmez, kaldırmaz. Hz. İbrâhîm bu gerçeği, Hz. Lût’un kavmine gönderilmiş resûllerden öğrenecektir. Gelen elçilerin önce Hz. İbrâhîm’in yanına uğraması, belki de bu tasavvur inşası içindir. Ayrıca yakın coğrafyada olacak âfetten kurtulanların Hz. İbrâhîm’in yaşadığı Kenan diyarına sığınmaları ile ilgili de olabilir. (Allahualem!)

Evvâh; bağrı yanık, çok içli, merhamet dolu anlamına gelmektedir. Evvâh, kök itibariyle çok âh eden demektir. Bilindiği gibi “âh” bir hüzün ve teessüre de­lâlet eder. İnsan şiddetli bir üzüntü duyduğu zaman adeta içinden yanar, nefesi daralır, boğulacak gibi olur. Yanan nefesini çıkarırken “âh” çeker. Bu yüzden çok âh çek­menin, üzüntünün ve kalp yanıklığının şiddetiyle ilişkisi vardır. Çok ah edip pişman olan aslında çok tövbe edendir. Bu nedenle evvâh,  aynı zamanda “devamlı tövbe eden” yani öz eleştirisini ihmal etmeyen anlamına da gelmektedir. Hz. İbrâhîm’in, Hz. Lût’un kavmi konusunda verdiği tepki ve mücadelenin altında merhamet dolu, empati yapabilen bu örnek karakter vardır.

Munîb kelimesinin kökü nevb’dir. Nevb, bir şeyin gidip gelmesi, dönüşümlü olması, sıra ile dönmesidir. Sürekli gidip tekrar yuvasına döndüğünden bal arısına da nevb denmiştir. (Bkz. Kâf 8) Burada ise her an Rabbine yönelen, gönül antenini sürekli Allah’a çeviren, bütün benliği ile Allah’a yönelen anlamı vardır. Özetle Hz. İbrâhîm halîm sıfatını kazanıp hayatından intikamı, öç almayı çıkarmıştır. Peki, bunu nasıl başarabilmiştir? Bunu evvâh oluşuyla yani sürekli kendi eksiklerine, hatalarına odaklanarak başarmıştır. Süreç onun munîb yani iyiliğe, hayra, güzelliklere ve insanî değerlere yönelmesi ile sonuçlanmıştır.

76- Ey İbrâhîm, bundan vazgeç! Muhakkak ki Rabbinin emri gelmiştir. Ve muhakkak ki onlara, geri çevrilemez bir azâp gelecektir.

Gelen elçiler, Rabbin emrinin yani hayata, tabiata ve maddî-manevî diğer alanlara koyduğu yasalardaki kesinliği öğretmektedir. Zîra gerçekçi bir Rabb tasavvuru, gerçekçi bir hayat tasavvurunun temelidir. Yapılması gereken yalvarıp yakarmak değil, dönüşü mümkün olmayan sıkıntı, zorluk ve âfetlerden uzak durup en az zararla bunları atlatabilmektir.

77- Ve resûllerimiz Lût’a geldiği zaman onlar adına üzüldü ve içi daralıp dedi ki:“Bu sinirleri geren bir gündür.”

Lût kavmi MÖ 1900 yıllarına kadar varlığını sürdürmüş bir kavimdir. Lût kavminin yaşadığı yerin ise bugün Kızıldeniz'in kuzeyinde, Ürdün-İsrail sınırında, Lût Gölü yakınlarında olduğu arkeolojik incelemelerle belirlenmiştir. Bu kavim 5 havza şehirden oluşmaktadır. Sodom ve Gomora, Eski Ahit'in Tekvin Kitabı'nda sözü edilen havza şehirlerdendi. “Abram, Kenan diyarında oturdu ve Lût, havza şehirlerinde oturdu. Ve Sodom'a doğru çadır kurardı. Ve Sodom halkı kötü ve Rabb'e karşı çok günahkârdı.”(Tekvin: 12-13) (Lût Kavmi ile ilgili ayrıntılı bir bilgi için Bkz. Şuarâ:160)

Hz. Lût’un üzülmesi ve içinin daralması, mütecaviz kavminin dışarıdan gelenlere karşı tutumuyla ilişkilidir. Bu durum, gelen resullerin “genç delikanlılar olduğunu” bizlere düşündürmektedir. Çünkü Arâf 81’de “Muhakkak ki siz, kadınların aşağısında erkeklere de şehvetle geliyorsunuz.” ifadesi yer almaktadır. Ayrıca bu kavmin yol kesip eşkıyalık yaptığı da şöyle ifade edilmiştir: “Gerçekten siz erkeklere gelecek, yol kesecek ve toplantılarınızda kötülükler mi yapacaksınız? (Ankebût:29)

‘Asîb kelimesi “asabe”den gelmektedir. Eklem sinirleri demektir. Sonra her türlü bağlanmaya “asb” denilmiştir.(el-Müfredat) Bir şeyi tutup almak, ufkun ışıklarının toplanıp kızarması anlamına gelir. Assabe kalıbı “acıktırmak, sinirlenip helâk etmek, bir kimseyi kendi kılmak, sargı ile bağlamak, devenin sinirli ve gayretli yürümesi”; i’tesabe kalıbı, “bir şeye kanaat edip razı olmak”; in’asabe kalıbı da “bir şeyin çok sert ve şiddetli olması, dinde mutaassıp olmak” anlamlarına gelmektedir. “Asabiyet” de buradan gelir ve küçük veya büyük grupların ortak bir davadaki “dayanışma ve kenetlenmesine” işâret eder. Bu kelimenin âyetteki manası, hoş olmayan durumların ve kötülükle­rin bir araya toplandığı, sıkıntıların üst üste gelerek tahammülü zorladığı, gergin ve stresli bir günü ifade etmektedir. Hz. Lût’u, sıkıntıların üst üste geldiği ve kendisinin de buna engel olamayacağını ifade eden müşkül, stresli ve asabı bozan, sinirleri geren bir gün beklemektedir.

78- Ve daha önce de o kötülüğü yapan kavmi, koşarak yanına geldi. Dedi ki: “Ey kavmim, işte şunlar kızlarım! Onlar sizin için daha temizdir. Artık, Allah’a karşı takvalı olun ve misafirlerimin yanında beni küçük düşürmeyin! Sizin aranızda reşit biri yok mu?”

Yuhra’ûne fiili “Koşarak yürüdüler.” demektir. Bu kelimenin anlamı İbn Abbas’a sorulduğunda, hızlı yürümek anlamındaki “yesra’ûne” fiili ile yorumlamıştır. Kelime daha çok “…bir güç tarafından sürüklenircesine/kovalanırcasına koştular.” anlamına gelmektedir. (Zemahşerî) Bu olaydaki güç onların sapık arzularıdır. Zaten âyet onların bu kötülüğü sürekli yaptıklarını “daha önce de o kötülüğü yapan kavmi” şeklinde özellikle vurgulamıştır. Kurân; arzuların bastırılmasını değil, yönlendirmesini öğretir. Zîra ehlileşmemiş arzu, güdü, dürtü ve istekler insanı kontrolü altına alır. Burada göründüğü gibi arzularının peşinden koşmak, insanın kontrolünü kaybetmesine sebeptir. Özellikle cinsel anlamda canının her istediğini, hiçbir sınır ve engel tanımadan yapmak, Lût kavminde olduğu gibi insanlıktan çıkıp aşağılık bir mahlûka dönüşmekle sonlanır.

Hz. Lût’un “Şunlar benim kızlarım, onlar sizin için daha temizdir.” dediği kızlar eğer kendi öz kızları ise sapık ve hevâsına tapan bu müşriklerle bu temiz kızların evlendirilmesi ne kadar doğrudur? Bu durum, kavminin diğer kızları için de geçerlidir. Zîra başkasının kızı da olsa bu sapkınlar ile evlendirilmeleri doğru değildir. Dolayısıyla bu soru, şu âyet ışığında cevaplanmalıdır: “Ve Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıyorsunuz. Hayır, siz sınırı aşan bir kavimsiniz.” (Şuarâ:166) Bu âyette zevc diye ifade edilen, sapkın erkeklerin eski eşleri veya eş adaylarıdır. Lût kavmi biseksüeldir. Onlar için, erkek-kadın fark etmemektedir. Bu yüzden eski, fıtrî eşlerini terk edip böyle sapkınlıklar peşinde koştuklarını anlamaktayız. Kurân’a göre Hz. Lût, kavminin sapkın erkeklerine eski zevcelerini göstererek onların kendileri için daha hayırlı, fıtrî ve doğru olduğu nasihatinde bulunmuştur. Ancak tahrif edilmiş Tevrat’a göre ise Lût’un kendi kızlarını teklif edip onlardan yararlanmalarına müsa­ade ettiği anlayışı vardır. Oysa bu tür çirkinlikleri ortadan kaldırmak için gönderilmiş olan peygamberin böyle bir davranışta bulunması Hz. Lût’a ve onun mücadelesine atılmış bir iftiradır. “Misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin!” cümlesi, kavmini bir baba gibi sahiplendiğini göstermektedir. “Benim kızlarım…” ifadesi bir siyasetçinin “Sevgili vatandaşlarım! Ey halkım! Milletimiz…” gibi sahiplenici üslubu akla getirmektedir.

Reşîd kelimesi; rüşd sahibi, tecrübe ile doğruyu öğrenerek olgunlaşmış demektir. Rüşd, “ğayy”ın, yani sapıtma ve azmanın zıddıdır. (Bkz. Bakara:256) İrşad ise, gidilen yoldaki tehlikeleri, kolaylıkları, deneyimleri aktarma, doğru yolu göstermedir. Mürşit ise bunu yapandır. Anlaşılan o ki, Hz. Lût toplum içinde birkaç kişi de olsa reşît (aklı başında, olgun), adam gibi adam aramaktadır. Ancak sürüye uymanın en tehlikeli yanı “Çoğunluk yapıyorsa doğrudur.” düşüncesinin sürüye hâkim olmasıdır. Burada tamamen “libido ile hareket eden ergen tavırlar” görmekteyiz. Bu hamlığın yaşı ve dönemi olmaz. Zîra akıl yaşta değil baştadır.

79- Dediler ki:“And olsun, kızların konusunda bir hakkımız olmadığını biliyorsun. Ve muhakkak ki sen, bizim neyi irâde ettiğimizi pek âlâ bilirsin”

“Kızların konusunda hakkımız yok.” ifadesi ve “Sen bizim ne irâde ettiğimizi yani neyin peşinden koşuşturduğumuzu iyi biliyorsun.” cümlesi “kinayeli ve laubali bir üslûp olarak” anlaşılmalıdır. Zîra Hz. Lût yukarıda “Bunlar sizin için daha temizdir.” derken kavmi dalga geçer gibi “Biz o temizliği hak etmiyoruz.” demektedir. Ayrıca Lût ve ailesi için “Bunlar, temiz kalmayı isteyen insanlarmış!” gibi bir cümle Neml:56’da kurmuşlardır. Kurdukları cümlelerden bunların iyi-kötü, temiz-kirli, doğru-yanlış, gibi temel insanî değerlerden uzaklaşıp nasıl yozlaştıkları anlaşılmaktadır. Değerlerle dalga geçen, âr damarları yırtılmış, ciddiyetsiz, laubali bir muhatap ile karşı karşıya kalan Hz. Lût’un ne denli sinir bozucu bir mücadele verdiği görülmektedir. Tahammülü zorlayan bu tutuma rağmen Hz. Lût; kâmil, aklı başında bir muhatap aramıştır.

80- Dedi ki: “Keşke size karşı kuvvetim olsaydı veya şedîd bir desteğe sığınsaydım.”

Rukn sözlükte, bir evin veya dağın bir tarafı demektir. Bazen kale diye tercüme edilen rukn kelimesi sosyolojik manada dayanak, destek anlamına gelmektedir. Hz. Lût, yaşından dolayı misafirlerini koruyacak ne fizikî bir güce ne de destek alacağı, gerektiğinde bu mütecavizleri zorla durduracak taraftar bir kitleye sahiptir. Buradan da anlaşılmaktadır Hz. Lût’a genelde kavminin ezilenleri veya bayanlar, mağdur eşler tâbi olmuştur. Hz. Lût, “Kötülüğe karşı kuvvetim olsaydı…” derken onu eliyle düzeltmek istemiş, “İçinizde aklı başında biri yok mu?” ve “Davasını şiddetle savunan bir taraftarım olsaydı…” sözleri ile de onları engellemeye, caydırmaya çalışmış; ancak kalben buğz etmekten başka bir şey yapamamıştır. Allah Resûlü Hz. Muhammed de Hz. Lût’un her durum ve şartta kötülük ve ahlâksızlıkla mücadelesinden ilhamla şu mübarek sözü söylemiştir: "İçinizden biri bir kötülük görürse onu eliyle, buna kuvveti yetmezse diliyle, buna da gücü/kuvveti yetmezse kalbiyle onu düzeltsin. Bu ise imânın asgari gereğidir." buyurmuştur. (Buhârî, Îmân, 31 Müslim, Îmân, 78 İbn Mâce, Zühd, 25)

81- Dediler ki: “Ey Lût! Muhakkak ki biz, Rabbinin resûlleriyiz. O hâlde gecenin bir kısmında karın hariç ehlin ile yürü. Onlar sana asla yetişemeyecektir. Sizden tek bir kişi bile sakın onlara meyletmesin! Muhakkak ki onlara isâbet eden şey, ona da isâbet eder. Muhakkak ki onlara vaad edilen sabah vaktidir. Sabah vakti yakın değil mi?”

Meallerin genelinde, gelen resûller şöyle der: “Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamayacaklar/dokunamayacaklar.” Bu meallendirme ve bakış açısı vakaya uygun düşmez. Zîra öncelikle belirtmek gerekir ki Hz. Lût, zaten yıllardır kavmi ile birlikte yaşamaktadır. Bu sebeple kendisi için değil, gelen misafirleri için endişe etmektedir. Bu duruma uygun cevabın şöyle olması gerekirdi: “Biz Rabbinin resûlleriyiz. Sen endişelenme! Onlar bize zarar veremez veya ilişemez.” Ancak burada “yasilû” ifadesi “v-s-l” kökündendir ve iki eşyanın birbiri ile ilişmesi kök anlamından gelir. Vasıl olmak şeklinde dilimizde de kullanılmıştır. Zıddı ayrılmaktır. Soyut ve somut şeyler için kullanılır (Ragıp). Burada neden gece çıkıp ehli ile özelikle karısına haber vermeden bölgeyi tahliye etmeleri gerektiğinin gerekçesi bu kelimedir. Zîra kavmi onlara Mûsâllat olabilir, onları âfet bölgesini terk etmede geride bırakabilir, arkada bırakacakları tüm mal-mülk ve dünyalıklar konusunda onları tereddüde düşürebilir. Hz. Lût’un ve ona inananların, Semûd kavmi gibi 3 günlük bir tahliye süreleri de yoktur. Yakın olan sabah vakti gelmeden bölgeden uzaklaşmaları hayatî önem arz etmektedir.

Allah’ın yasaları objektiftir. İnanan-inanmayan ayrımı yapmaz. Bu hakîkati, elçiler Hz. İbrâhîm’e öğrettikleri gibi burada Hz. Lût ve ona inanan ehline de şu sözleri ile öğretmektedir: “Muhakkak ki onlara isâbet eden şey, ona da isâbet eder.” Hz. Muhammed’in gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksa’ya yürüyüşünü, Hz. Mûsâ’nın İsrâiloğulları ile Mısır’dan çıkışını ifade eden “isrâ” kelimesi burada da kullanılmıştır. İsrâ, gece yolculuğudur. Esîr de aynı kelime ile ifade edilmiştir. Benzerliği, gece yürüyenin sınırlı ve kısıtlı imkânlarla, karanlığın esâretinde ilerlemek zorunda olmasıdır.

82- Öyle ki emrimiz geldiği zaman orayı alt üst ettik. Onların üzerine, istif edilmiş siccîlden taşlar yağdırdık.

Siccîl kelimesi, taşlaşmış çamur demektir. Bu kelimenin Arapçada, katı sert anlamında olduğu İbni Hişam siyerinde nak­ledilir. Farsça olduğu ve “Senc’u, cil” veya “seng gil” gibi iki kelimenin birleşmesinden meydana geldiği de söylenmiştir. Seng, taş; gil, çamur demektir. Araplar bunu bir kelime yaparak, katılaşan, sertleşen manasında kullanmıştır. Yağan bu volkanik püskürtülerdir ki mağma çamur gibidir; ancak sonradan soğuyarak katılaşır. Soğuyunca son derece keskin olabilen bu volkanik taşlar ok ve mızrak uçları için de kullanılmıştır (Bkz. Fîl:4) Mendûd ise, bir kısmı diğerinin üstüne istif edilmiş ve peş peşe gönderilmiş demektir. Lût kavminin başına gelen bu felâketin biçimi ve zamanı çeşitli âyetlerde bazı ince farklarla birlikte verilmiştir. Meselâ olay burada, sabahleyin tan yeri ağarırken “ülke­nin altının üstüne çevrilerek üzerlerine taş yağdırılması” şeklinde anlatılmıştır. Hicr sûresi 73-74’te ise ortalık aydınlanırken onları “korkunç bir sesin/patlamanın yakaladığı” detayı verilir. Ardından da ülkenin altının üstüne çevrilerek üzerlerine pişirilmiş taşların yağdırıldığı bildirilmiş­tir. Bu âyetleri birlikte okuduğumuzda, bölgede tektonik bir çökme olduğunu ve bu âfet sonucu Lût kavminin diri diri gömüldüğünü söyleyebiliriz.

83- Rabbinin katında belirlenmiştir. Ve o, zâlimlerden uzak değildir.

Müsevvemeh kelimesi “belirli, işâretli” demektir. Bu kelime tektonik çökme sonucu etrafa yayılan akışkan lavların neden o çukur bölgeye dolduğunu izah etmektedir. Allah katında ön­ceden programlanıp hayata yansıyan her tabiat kanunu gibi bu olayın da münferit, plânsız, programsız cereyan etmediğini, kâinatta olup biten her şeyin Allah tarafından belli bir plân ve programa göre yürütüldüğünü bize haber vermektedir. Burada âfetin hedefinde o bölgenin olduğu ve insanların oraya geri dönmesinin veya hedefte kalmalarının nasıl ölümler getirdiği anlatılmıştır. Lût kavminin, yani Sodom halkının helâk olmasının nedenleri ara­sında, azâbı vaad eden, onları âfet hakkında uyaran Hz. Lût’u yalanlamaları (Kamer:33), Hz. Lût’un ilâhî azâpla uyarmasına karşı ahlâkî kokuşmuşlukları yüzünden kimseye güvenmeyip ona da, getirdiği vaade de kuşku ile bakmaları (Kamer:36), azâbı haber veren ve dışarıdan gelen misafirlere de kötülük yapmayı plânlamaları (Kamer:37) gibi hayatî önem arz eden konuları laubali, ciddiyetsiz bir tutum ile geçiştirmeleri gibi birçok ahlâkî, sosyolojik ve insanlık dışı sapmaları ve hataları yüzünden göz göre göre yok olup gitmişlerdir. (Bkz. Ankebût:28-29, Neml:54) Zulmün nasıl insanın zararına çalıştığı, bütün maddî-manevi uyarı ve uyarıcılara karşı insanın algılarını nasıl kör edebileceği konularında Lût kavmi tipik örnekler taşımaktadır.

84- Ve Medyen’e, kardeşleri Şuayb dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a kulluk edin! Sizin için ondan başka ilâh yoktur. Ve ölçüyü ve mizânı eksiltmeyin. Gerçekten ben size hayır ile bakıyorum. Ve ben gerçekten, kuşatan günün azâbının üzerinize olmasından korkuyorum.”

Hz. Şuayb ve kavmi Medyen halkı arasındaki mücadele diyalog şeklinde nakledilecektir. Bu diyalogların satır aralarından hem Hz. Şuayb’ı hem de Hz. Şuayb’ın kavmini tanımaya çalışacağız. (Ayrıca kâfir ve kibirli meleler ile olan mücadele için bkz. Arâf:88-93)

Medyen, Kurân’da on yerde geçer. Bu bölge dağlık ve ormanlık bir yerdir. Medyen toprakları, Hicaz’ın kuzeybatısında, oradan Kızıldeniz’in doğu sahiline, Güney Filistin’e, Akabe Körfezi’ne ve Sina Yarımadası’nın bir bölümüne kadar uzanan bölgedir. Medyen halkı Şuayb Peygamber döneminde Mısır krallarına bağlıydı. Araplarla yakın ilişkileri neticesinde zamanla Medyenliler Araplaşmışlardır. (İbni Aşur) Medyen halkı Tevrat’ta Midianlılar (İng: Midianites) adıyla anılır. Hz Şuayb, Medyen ve Eyke ahâlisine gönderilen son peygamberdir. Medyen’in coğrafî konumu ve Medyenlilerin bunu ticarete çevirmeleri sonucu şehirde refahın şımarttığı, kibirli, menfaatçi tiplere rastlanmaktadır. Ancak Hz. Şuayb kavmine hep olumlu yönden yaklaşmış, onların hayrını istemiş ve onlardaki iyi yanları görmeye çalışmıştır. Bunu da şöyle ifade etmiştir: “Gerçekten ben size hayır ile bakıyorum.” Hayır ile görmek, hayrını istemek onların iyiliği için konuşmayı gerektirir.

Mikyâl ölçü birimidir ve daha çok hacim ölçülerinde mikyâl ve kîle kullanılırdı. Medyenlilerin, ölçü aletleri ve ölçü birimleri ile oynadıkları Hz. Şuayb’ın sözlerinden anlaşılmaktadır.

Mîzân sözlükte “bir şeyin ağırlığını tahmin etmek, ölçüye vurmak, tartmak” anlamındaki vezn (zine) kökünden türemiş bir isimdir. Ayrıca mîzân, tartı aleti, tartmada kullanılan ağırlık; denge” manalarına da gelir. (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “vzn” md.; Lisânü’l-ʿArab, “vzn” md.) Medyenlilerin Arâf sûresinde ölçüye vefa göstermediklerinden, burada da mîzânı eksilttiklerinden bahsedilmiştir. Bu menfaat odaklı, güven vermeyen tutum piyasa dengesini bozmaktadır. Hz. Şuayb’ın sözlerinden, kavminin ticarette başkasının hakkını hile ve kandırmalarla yeme alışkanlıklarının olduğu anlaşılmaktadır.

Muhît; kuşatmak, sarmak ve çevrelemek gibi anlamlar taşıyan “h-y-t” kökünden türemiştir. Asıl anlamı itibariyle bu kelime, kendisine ait bir unsurun dışarı çıkmasını ve başka bir şeyin kendisine katılmasını engelleyen kuşatıcı bir sûr gibi, bir şeyin etrafını olduğu gibi kuşatan demektir. Bir şehirde güvenli olmayan bir ticaret yapılıyorsa bu en fazla esnafa zarar verecektir. Satıcının, ölçü ve tartıda sürekli hile yapması ve mağdurların sayısını arttırması sonucu öyle kuşatıcı bir gün gelir ki, kendi malı-mülkü de yağmalanır. O yüzden güvene, kaide ve kurallara dayalı ticaret, en başta ticaret erbabını hem bu dünyada hem de hesap gününde koruyacaktır.

85- Ve ey kavmim, ölçüyü ve mîzânı hakkaniyetle îfâ edin! İnsanların eşyâsını eksiltmeyin. Ve yeryüzünde müfsitlik ederek bozgunculuk yapmayın.

İnsanların mallarında eksiltme anlamındaki bahs kelimesi zulüm yoluyla bir şeyin kısılması/eksiltilmesi demektir. Bahs ve bâhis kavramları, hafif ve eksik olan şey demektir. Tebehasu fiili de “Birbirine karşılıklı eksik para verdiler, böylece karşılıklı olarak birbirlerini aldattılar.” demektir. (Rağıb) Bazı müfessirlere göre ”tebhasû” fiili, birtakım öşürleri almak gibi yersiz vergiler anlamına da gelir. Ölçü ve mîzânı adâletle değil de kıst ile yapma önemli bir detaydır. Zîra adâlet, fakîr olsun zengin olsun tam karşılık demek iken, kıstta nasip, pay gibi yoksula, düşküne tanınan bir pay söz konusudur. Hakkaniyet, eşitlikle birlikte adâletin önemli bileşenlerindedir. Hakkaniyetle davranmak bizi adâlete götürür.

Ölçme ve mîzân, sadece fizikî tartı ve ticarette olmaz. Düşünme ve değerlendirmede de hakkaniyetli bir denge önemlidir. Eğer tasavvurdaki tartı yamulursa insan her olayı ve konuşmayı kendi menfaatine çevirmeye, başkalarının haklarını önemsememeye başlar. Bu tasavvur kayması zaten kişinin eline, diline ve ticaretine yansımaktadır. Hz. Şuayb “Sadece Allah’a kulluk edin!” derken nefislerdeki ego putunu devirmeye ve hevâyı ilâh edinme sonucu oluşan mağduriyetleri gidermeye çalışmaktadır. Medyen’in şirki, menfaatperest olmalarındandır. Menfaate tapma hastalığına şifâ, egoyu farklı bir ödüle yönlendirmektir. İşte Hz. Şuayb’ın çözümü…

86- Eğer inanıyorsanız Allah’ın bakiyesi sizin için daha hayırlıdır. Ve ben, sizin üzerinize muhafız değilim.

“Bakıyyetullâh” ifadesindeki bakiye, sözlükte baki kalan, iki şeyin arasında yok olmayıp kalan manasındadır. Ticarette bir hesabın borç ve alacak kısmının arasında kalan farkı anlatır. Hz. Şuayb’ın ticaretle uğraşanların kullandığı kelimelerle tebliğ yapması hitabındaki gücü göstermektedir. Bakiye;  yok olmayan, baki kalan kısmı ve arta kalan, geriye kalan anlamına gelir. Allah’ın bakiyesi deyimi ticarette, alışverişte, düşünüp değerlendirmede, biri hakkında veya hadiseleri değerlendirirken, yorumlarken yapılan insaflı, merhametli, hakkaniyetli her ölçme ve değerlendirme sonucunda elimizde kalan ölmez gitmez insanî değer, hayır ve güzelliklerdir. Hayırlı olan üç kuruşluk dünya metâı için başkasının hakkına girmek değildir. Fırsat bulmasına rağmen kendisini karşıdakinin yerine koyarak doğru olanı yapmanın verdiği vicdanî tatmindir. İşte hak olanı yapmanın verdiği iç huzur ve tatmin duygusu Allah’ın bakiyesidir. Rızayı ilahi, Allah’ın bakiyesidir.

Hafîz kelimesi çokça koruyan demektir. Sûrenin 57. âyetinde bu vasfın gerçek sahibinin Allah olduğu belirtilmektedir. Hz. Şuayb her esnafın, alışveriş yapan herkesin başına bir muhafız dikilemeyeceğini, gerçek muhafızın insanın vicdanında olması gerektiğini kavmine hatırlatmaktadır. Allah’ın bakiyesine talip olana muhafız gerekir mi?

87- “Ey Şuayb! Babalarımızın ibâdet ettiği şeyleri terk etmemizi veya mallarımız konusunda istemediğimiz şeyi yapmayı sana salâtın mı emrediyor? Muhakkak ki sen, halîmsin, reşîtsin!” dediler.

Salât nasıl emreder? Salât kelimesi Kurân’da 74 yerde türevleri ile birlikte 99 kez geçer. Salât kelimesinin güneşin hareketleri veya “kame” fiili ile birlikte geçtiği yerlerdeki manası, Farsça bir kelime olan ve günlük hayatta kullandığımız namazdır. Burada ise Hz. Şuayb’ın ticarette ve diğer alışverişlerde “Pazara hile bulaştırmayın!” çağrısına karşı konumlandırılan bir unsurdur. Kavmi, atalarının izinden gittiklerini yani babalarının da kendileri gibi olduklarını ileri sürerek yaptıkları hırsızlığı legal hâle getirmeye çalışmıştır. Bir yanlış ne kadar eskiye dayansa da yanlış olmaktan; zulüm de, zulüm olmaktan kurtulamaz. Doğrunun ve yanlışın ölçüsü onların kadîm olması değildir. Salât bir insana doğruyu, erdemi, dürüstlüğü, iyiliği ve Allah’ın bakiyesinin daha hayırlı olduğunu nasıl söyler/emreder veya kötülüklerden insanı nasıl alıkoyar? Öyle ki insanlık ile yaşıt namaz ibâdetini Hz. Şuayb de ikame etmektedir. Namazın omurgası onda sesli veya sessiz kıraat edilen âyetlerdir. Hz. Şuayb kendisine inen emir, yasak ve tavsiyeleri salâtında yani cemaat hâlinde kıldırdığı namazlarda sesli okumaktadır. Kendi dillerinde anlayarak okunan âyetler sayesinde namazların bir tebliğ unsuruna dönüştüğünü bu âyetten anlamaktayız. Yapılan toplu ibâdette marufu emredip münkerden nehyeden sûrelerin seçilerek okunması ve bu emirlerin bizzat kibirli melelerin yüzüne karşı da söylenmesi sonucu kavmi, namaz ile söylenenler arasında böyle bir irtibat kurmuşlardır. (Bkz. “Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et. Muhakkak ki salât, fahşadan ve münkerden nehyeder. Ve Allah’ı hatırlamak mutlaka en büyüktür…” Ankebut:45) Namaz kitapta vahyedilenlerin insanın en başta kendine telkin etmesi ve cemaat hâlinde vahyedilen âyetlerin hatırlanıp duyurulmasıdır. Ankebût sûresinde telkin/zikir/hatırlamanın insanı fahşadan ve kötülüklerden uzak tuttuğu ifade edilmiştir. Namazın hakkaniyetle, içinin doldurularak ikâme edilmemesi sonucu oluşan şuursuz ritüellere bakarak “Namaz yoktur!” demek ne kadar doğrudur? Kurân’ın anlattığı salât; içinde namazın da olduğu, ilâhî buyrukların telkini ve tebliği ile gösterilip ikâme edilen emirler mecmuasının beden bulmuş hâlidir.

Hz. Şuayb, kavmi tarafından halîm-selîm, aklı başında, olgun biri olarak bilinmektedir. Ona bu payelerin verilmesi; hakkı savunan ve çıkarlarına ters olan konuşmaları terk etmemesi durumunda verilen itibarın azalacağına dair bir gönderme barındırmaktadır.

88- Dedi ki: “Ey kavmim! Eğer ben, Rabbimden bir delil üzerinde isem ve O, beni kendinden güzel bir rızıkla rızıklandırdı ise de görüşünüz bu mu? Sizi men ettiğim şeyde muhâlefeti irâde etmiyorum. Sadece gücümün yettiği kadar ıslâhı irâde etmekteyim. Benim başarım ancak Allah iledir. Ben, O’na tevekkül ederim ve O’na yönelirim.”

Burada bir müminin vasıfları Hz. Şuayb üzerinden sıralanmıştır. Bir mümin, dürüstlüğünü verilen payelere, desinlere rağmen korumalıdır. Ticaretinde olay ve olguları değerlendirip tartarken, ölçüp biçerken bu ahlâkını hem yaşamalı hem de çevresindekilere tıpkı Hz. Şuayb gibi tavsiye ve tebliğ etmelidir. İlim ve dürüstlük üzere inşâ edilmiş hayat, imânı besleyen olmazsa olmaz bir rızıktır. Eğer bu rızık azalırsa imân zayıflar ve ölür. Örnek mümin sırf muhâlefet olsun diye karşısındakine itiraz etmez. Yanlış bir duruma şâhit olunmuş ve buna muhâlefet ediyorsa mutlaka hakkaniyet ve adâlet ölçüsünde yapmalıdır. “Ey imân edenler! Allah için dik duran hakîmler, hakkaniyetli şâhitler olun! Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adâletten saptırmasın. Âdil davranın! O takvaya en yakın olandır.” (Maide:8) Muhâlefet ahlâkında eleştirilenin “Yaptığı-söylediği her şey yanlıştır veya eksiktir” bakışı takvadan uzaklaştırır. Doğru bir muhâlefet düşmanlık ile başlamaz. İnsan bir kurumu, eseri veya bir şahsı eğer sevmiyor veya ona düşmanlık besliyorsa sadece eksik bulmak, ayıp aramak için muhatabına odaklanır. Bu haramdır ve Kurân buna tecessüs der. (Bkz.Hucurat:12) Bu durum eleştirinin dozunun kaçmasına ve karşısındakini önce aşağılama sonra hakaret ve alay etme ile devam eder. Peygamber düşmanlarının muhalefeti böyle iken peygamberler sadece eleştirmek için eleştirmez, hep eksik olana, olumsuza, negatife odaklanmaz. Islâhat ve maslahatı gözeten doğru yapılanları da dile getirir, destekler ve kendisi de gücü nispetinde söylediklerini yapar. Tartarken, değerlendirirken, muhâlefet ederken ölçü daima bu olmalıdır. Sağlıklı muhâlefetin diğer bir unsuru da gücün yettiği noktaların iyi bilinmesidir. Kişi kendini iyi tanırsa had ve hududunu bilir ve kendini toplumda doğru yere konumlandırır. Sağlıklı bir eleştiri ancak bu doğru konumdan, doğru bakış açısıyla yapılabilir. Kendisini toplumun üstünde, olaylarda ve sözlerde bir jüri gibi konumlandırıp tepeden bakarak veya aşağılık kompleksi ile savunmacı bir tutumla yapılan muhâlefet sadece saldırı ve düşmanlık olarak algılanacaktır.

Hz. Şuayb başarıyı Allah ile okumaktadır. Başarının Allah ile olmasıyla başarının Allah’tan olması arasında fark vardır. Başarının tamamen Allah’tan olması kişiyi kaderci bir bakışa sürükleyebilir. Ancak burada başarının Allah ile beraber olmaya bağlanması insanı başarı zehirlemesine karşı korur. Zîra bir mücadelede üstün gelen ve bunda süreklilik kazanan birinde kendini olduğundan büyük görme(dev aynası), rakibini veya çevresindekileri küçümseme hastalığı baş gösterir. Çözüm başarıyı Allah ile okuyup zararı en aza indirmektir. Enfâl 17. âyette “Savaşta attığın zaman sen atmadın Allah attı.” ifadesi de galibiyetin ve zaferin sarhoş edici etkilerini azaltan bir başarı ahlâkını tesis etmek içindir. Bu alt yapı ile ortaya konan her davranış ıslâhat, adâlet ve hakkaniyet amaçlı her muhalif duruş, Allah’a tevekkülün gereğidir. Hz. Peygamber bu etkili hitabetinden dolayı Hz. Şuayb’e “peygamberlerin hatibi” sıfatını vermiş.

89- Ve ey kavmim! Benden ayrılığa düşerseniz Nûh’un kavmine veya Hûd’un kavmine veya Sâlih’in kavmine isâbet eden musibetlerin benzer bir ceremesini, sakın siz de çekmeyin! Ve Lût’un kavmi de sizden uzak değildi.

Lût kavminin başına gelenlerin özelikle vurgulanması yakın coğrafya veya yakın zaman dilimlerinde olmasından dolayı olabilir. Şikâk kelimesi, normalde soğuk veya herhangi bir nedenle “elde veya yüzde oluşan çatlaklar” için kullanılmaktadır. Araplar hayvanların tırnaklarında ve bileklerindeki çatlamaya (hastalığa) şikâk derlerdi. Daha sonraları da ciltte her türlü çatlak oluşturan hastalığa şikâk demişlerdir. Şikâk mecâzî olarak da “ayrılıkçı, tefrika çıkaran, normal düzeni bozan” anlamlarında kullanılır. Bu âyette şikâk için kelimenin kök manası olan “ayrılık”  anlamı verilebileceği gibi bu ayrılıktan sonra ortaya çıkan “düşmanlık” manası da verilebilir. Hz. Şuayb Nûh, Hûd, Sâlih ve Lût kavimlerinin başına gelen âfetten kimsenin arî olmadığını, bu âfetin Medyen için de olabileceği üzerinden kavmini uyarmaya başlamıştır. Nûh kavmi tûfânda boğuldu; Hûd kavmi kasıp kavurucu rüzgârlarla; Sâlih’in kavmi gürültülü bir deprem ve patlama ile; Lût kavmi de tektonik bir çökme ile yerin dibine battı. Hz. Şuayb’ın kavmini, bu tarz doğa olaylarının olabileceği üzerinden uyarması, muhtemeldir ki Hz. Şuayb’a âfetin olacağına ilişkin bilgilerin gelmeye başlamasındandır.

90- Ve Rabbinize istiğfar edin! Sonra O’na tövbe edin! Muhakkak ki benim Rabbim, Rahîm’dir, Vedûd’dur.

Vedûd, “v-d-d” kökünün türemiştir. Vedûd, ismifâil sığasının verdiği manaya göre “çok seven, hep seven“ manalarına gelir. Vedûd’un, mevdûd (çok sevilen) anlamında olduğu da söylenmiştir. Zîra feûl kalıbı hem etken hem de edilgendir. Meveddeh, aynı köktendir ve “sevgi” anlamına gelir. Rahîm de merhametini kullarına hissettiren, gösteren demektir. Hz. Şuayb helâk olan kavimlerden sonra Kahhâr veya Cebbâr demeyerek Rabbi sevgi ve merhamet temeli üzerinden ifade etmesi, Allah’ın azâp-helâk muradında olmadığının Kurân’î ifadesidir. Allah Medyen’i bekleyen ve dünya yaratılalı beri tekrarlanan âfetleri Hz. Nûh, Hûd ve Sâlih’in kavimleri üzerinden hatırlatmış, kullarına olan sevgi ve merhametini göstermiştir. İstiğfar; yapılan hileli ticaretten vazgeçip kurdukları rant düzenini arkalarında bırakıp maddî ve manevî âfetlerin vereceği zarardan korunmak iken, tevbe daha hayırlı bir bölgeye yönelip hayatlarında yepyeni bir sayfa açma fırsatıdır.

91- Dediler ki: “Ey Şuayb, senin söylediklerinin çoğunu anlamlandıramadık! Ve gerçekten seni içimizde zayıf görüyoruz. Ve senin yandaşların olmasaydı mutlaka seni recmederdik. Ve sen, bizden azîz değilsin.”

Mâ nefkahu ifadesi “anlamıyoruz” şeklinde meallendirilir. Ancak burada yüzeysel bir anlama veya algılayamama değil daha derinlemesine bir mana söz konusudur. Kelimenin asıl anlamı “…fıkhedemiyoruz” demektir. Fâkih kelimesi de fıkıh eden demektir ve âyetteki tutumun tam zıddıdır. Fıkıh, hususi bir ilmin adı olup lügat bakımından konuşanın sözünün maksadına (manasına) nüfuz etmek demektir. Kavmi, Hz. Şuayb’ın güçlü bir çevreye sahip olmasına rağmen bu imkânları ölçüde, mîzânda adâlet adı altında dürüst bir yaşam için terk etmesini anlamakta ve anlamlandırmakta zorlanmıştır. Zîra erdemin, hak yemeden yaşanan bir ömrün, vicdanî tatmin ve manevî huzurun değerini Medyen kavmi maddiyata değişmiştir. Onlar için ölçü; güçlü, zengin, kalabalık bir grubun içinde olmaktır. Gerisi, ezilen, malları çalınan âcizlerin akıbetidir ki bununla pek de ilgilenmemektedir.

Raht genellikle sayıları dokuzu aşmayan “grup, takım, çete” için kullanılır. (Krş. Neml:48) Rahtur-racul ise kişinin dayan­dığı, kuvvet aldığı yandaşlarıdır. Raht kelimesi burada, sosyolojik bir kavram olarak “birbirine destek olan topluluğu” ifade etmektedir. Medyen halkının bu konuşmasından anlıyoruz ki, Hz. Şuayb’ı destekleyen, onu seven, koruyan, sayıları azda olsa güçlü bir cemaati var. Onun korkusundan dolayı Şuayb’a öldürücü bir saldırı yapamıyorlar. Bu korku olmasaydı onu taşlayarak öldüreceklerini de itiraf etmişlerdir. Taşlayarak öldürme olan recm cezasının bir manası da öldürmek sûretiyle ondan ve söyleminden kurtulmadır. Recmetme;  peygamber düşmanlarının peygamberlere, inananlara karşı kullandığı zâlim bir infazdır. Değil İslam ile, insanlıkla dahi asla bir alâkası yoktur.

92- Ey kavmim! Benim yandaşlarım sizin yanınızda Allah’tan daha mı azîz? Ve O’nu önemsemeyip arkanıza attınız. Muhakkak ki benim Rabbim, yaptıklarınızı kuşatır.

İzzetin referansı kişinin statüsü, makamı, mal varlığı veya gücü değildir. İzzetin kaynağı el-Azîz olan Allah’tır. Allah’ın belirlediği ilkelere uyması oranında kişi izzet ve şeref kazanır. “İttehazehu verâeküm zihriyyen” ifadesi “kulak ardı edilmiş, unutulmuş, gözden çıkarılmış” demektir. Kelimenin zühr‘e, yani, sırta nispet edilmiş olduğunu söyleyenler de vardır. Buna göre manası “arkaya atılmış” demektir. Türkçede bu deyimsel ifade “kulak ardı etmek” anlamında kullanılır.

Allah’ın tek Rabb oluşu ve kuşatıcılığı sürekli Kurân’da vurgulanır. Zîra muhatap, kast sistemi ile düşünmektedir. Bu müşrik kafa, öne geçenin, güçlü olanın veya güçlü bir klana sahip olanın hayatta kalacağı; âciz ve mazlûmun ezilmeyi hak ettiği, yükselmenin ancak zayıfın omuzlarına basarak olacağına inanan ilkel bir kafa yapısındadır. Klan hayvanlarda olur. İnsanı hayvandan ayıran kast sistemi ile hayatı düşünmesi değil, kuşatıcı bir Rabb tasavvuru ile hayatı saf sisteminde yaşamasıdır. Hz. Nûh’un kavminin sınıfsalcı, kibirli ve aşağılayıcı bakışı burada da tekerrür etmiştir. Bu durum “tevhit-şirk” mücadelesi olan insanî erdemlerle bağnazlık ve ilkelliğin hep çatıştığını göstermektedir.

93- Ey kavmim, imkânlarınızın elverdiğini yapın! Muhakkak ki ben de yapıyorum. Alçaltan azâp kime gelir ve kim yalancıdır, yakında bileceksiniz. Ve gözleyin! Muhakkak ki ben de sizinle beraber gözlüyorum.

Mekâne kelimesi mekene’nin mastarıdır. Yani, en güzel şekilde yerleşmek demektir. İbn Zeyd’e göre mekâne, durum de­mektir. İmkân ve mekân da aynı köktendir. İmkânlar bir mekânda tezahür eder. Hz. Şuayb’ın “Siz ne isterseniz yapın.” demesiyle “Elinizden geleni ardınıza koymayın!” demesi arasında fark vardır. Birinci söylem, kimsenin kimseye karışmaması gerektiği şeklinde bir ateşkes ve barış talebi iken, ikincisi ise bir restleşme, çatışma ve savaş isteği gibi algılanır. İfadeyi “İstediğinizi, imkânlar dâhilinde yapın, serbestsiniz.” şeklinde anlamak isabetli olacaktır. Aynı zamanda Hz. Şuayb’ın ifadesi, onu baskıcı bir zorba, çete reisi gibi gösterme gayretlerine de bir cevap barındırmaktadır. (Bkz. Hûd:91) Hz. Şuayb’ın savunmasından âfet ile ilgili yaptığı alçaltıcı/zelil edici âfet uyarısını yalanladıkları da anlaşılmaktadır. Duruma ve menfaatlerine göre Hz. Şuayb’a paye biçen kavmi, 87. âyette “halîm ve reşît” payesini verdikleri gibi şimdi de “yalancı” demektedir.

Rakîb, “r-k-b” kökündendir. Kelimenin ilk anlamı boyundur. Sonra onunla bedenin tümü kastedilmiştir. Bu anlamdan yola çıkarak koruyan, gözetleyen kimseye de rakîb denilmiştir. Bu kelimenin bu anlama gelmesi koruyanın, korunanın boynunu gözetlemesindendir. Onu izler ki boynunu birine kaptırıp kendisini köleleştirmesin veya hayatını kaybetmesin. Merkab, gözcünün gözetleme yaptığı yüksek yerde olan nöbetçi kulesine denilmiştir. Ayrıca kölelere de bu ad verilmiştir. (Rağıb) “Artık sözün bittiği noktaya gelinmiştir.” Hz. Şuayb buna rağmen “emir gelene kadar (âfet olana kadar)” kavmini terk etmemiş, belki dönerler diye onları sabırla beklemiş ve tepkilerini dikkatle gözetlemiştir.

94- Ve emrimiz geldiği zaman Şuayb ve onunla beraber inananları, bizden bir rahmetle kurtardık. Zâlim kimseleri bir sayha aldı. Böylece kendi diyarlarında dizüstü çöküp sabahladılar.

İnsanların mallarını eksiltmekle zulmedenlerin o bölgeden ayrılamadıkları özellikle vurgulanmıştır. Semûd kavmi ve Medyen halkının durumu için seçilen bu ortak kelimeler, iki kavmin de aynı doğal âfete maruz kaldığını düşündürmektedir. Muhtemelen her iki kavim de, dağlık ve ormanlık olan bu bölgede bir yanardağ patlaması sonrasında tarih sahnesinden silinmiştir.

95- Sanki orada hiçbir şeye muhtaç değillerdi. Medyen, Semûd’un uzak olduğu gibi uzaklaştırıldı. Öyle değil mi?

Bu kavimlerin cezâlarının aynı olması ahlâkça birbirlerine benzedikleri anlamına gelmez. Zîra Hz. Şuayb’ın kavmi ticarette sahtekârlık yaparken, Hz. Sâlih’in kavmi olan Semûd için böyle bir suç ve kabahatten bahsedilmez. Bu da gösteriyor ki âfetin şekli, zamanı ve yeri kavimlerin işlediği suçlar ile alâkalı değildir. Kavimlerin suçu müstağni bir tavır takınarak o bölgeyi terk etmemeleri, uyarıcıya ve uyarılara güvenmemeleridir. Zaten ticaretinde, sözünde, emanetinde güven vermeyenlerde ilk yitirilen haslet güvenme duygusudur. Kavmin, Hz. Şuayb ve yanındakileri yalancılıkla itham etmeleri kendi hâllerinin bir yansımasıdır.

96- Ve and olsun ki, Mûsâ’yı âyetlerimizle ve apaçık bir sultânla gönderdik.

Bu âyetlerde sûrenin yedinci kıssası olan Mûsâ ve Firavun kıssası çok kısa olarak özetlenecektir. Felâketten kaçamayan kavimlerden sonra felâkete doğru koşan Firavun ve ordusundan bahsedilecektir. Zulüm, sadece mazlûmlara zarar vermekle kalmayıp zâlimleri ve pasifleri de yakmaktadır. (Bkz. Hûd 113) Âyet; işâret veya alâmet iken sultân; nüfuz altına alan, yaptırım gücü olan, etkileyici kanıt, delil demektir. Hz. Mûsâ’ya hem topluma kılavuzluk edecek, onlara yol gösterecek âyetler verilmiştir hem de onları nüfûz altına alabilen, yaptırım gücü olan deliller verilmiştir. Âyetler tebliğ ettiği hakîkat ve sözler iken, “sultânin mübîn” bu hakîkatlerin ikna edici, etkileyici boyutudur. Hz. Mûsâ bağlamında sultânın, “asâyıMûsâ” veya “yedibeyza” olduğunu söyleyebiliriz. Zîra “ve sultânin” kelimesi Kurân’da genelde Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn ile ilgili pasajlarda kullanılmıştır. (Bkz. Müminûn:45 Mümin:23)

97- Firavun ve melelerine… Oysa onlar, Firavun’un emrine tâbi oldular. Ve Firavun’un emri reşît değildi.

96. âyetin devamı buranın başıdır. Aslında bu durum âyetlere numara verilirken yapılan hatalar sonucudur. Birleştirince cümle şöyle olmaktadır: “Ve and olsun ki, Mûsâ’yı âyetlerimizle ve apaçık bir sultânla Firavun ve melelerine gönderdik.”

Emrin rüşt ile olmaması, emredenin henüz reşît yani aklı başında kararlar verecek olgunlukta olmadığını göstermektedir. Ülkeler babadan oğla devir ile yönetilince bazen ülke, yönetme liyâkati olmayan ergenlerin eline emanet edilebilir. Bu liyâkatsizlik demokrasilerde (seçimle gelenlerde) veya atananlarda da gözlenir. Bir kişinin yönetim hizmetine talip olabilmesi için uzun yıllar o makama yakın konumlarda tecrübe ve bilgi kazanması zaruridir. Akıl süzgecinden geçmemiş, duygusallık ve acele ile alınmış reşît olmayan kararlara körü körüne tâbi olmak, muhatabını ateşe sürüklemek için kâfidir.

98- Kıyâmet günü kavminin önüne düşer. Böylece onları ateşe vardırır. Ve vardıkları yer ne kötü yerdir!

Genelde “verade” kelimesi, su ile kullanılmaktadır. Bu manadan ha­reketle “verade” kelimesinin herhangi bir yer için de kullanıldığına şâhit oluyoruz. (Bkz. “Medyen suyuna vardığında…” Kasas:23) Bu âyette “sürüyü sulamak için suya sürme” işlemini ifade eder (Taberî ve Zemahşerî). Mevrûd/varılacak yer, aslında kendisine ulaşılan su ve gidilip varılan yer demektir ve ismimefûl anlamındadır (Kurtubî) Reşît olmayan keyfi emirlere, sorgulamadan ittiba eden sürüler, hayırlı bir sona ulaşacaklarını zannederler.  

99- Ve burada dışlanmaya tâbi tutuldular. Ve kıyâmet gününde de… Verilen pay ne kötü bir paydır!

Rifd kelimesi, “bağış” anlamında kullanılır. Asıl manası, istenilene ulaştıran ve ona ulaşmaya yardımcı olandır. Rifd kelimesi vergi anlamında da kullanılmıştır. Kelimenin meşhûr manası yardımdır. Zîra Kâbe’nin rifadeti, Kâbe’yi ziyaret eden hacılara yapılan yardım demektir. Irfâd da bağışlamak, yardım etmek demektir. “Mevfûd” ise yapılmış olan yardımdan, verilen armağandan ibarettir. Armağan, yardım veya bağış gibi kelimelerin dilimizde olumlu çağrışımlarından burada nötr bir kelime olan ve kullanıldığı yere göre kötü veya iyi olabilecek “pay” kelimesi tercih edilmiştir. Firavun ve ailesinin zulüm ile kopardıkları dünyevî pay, onların o makamdan, imkânlardan dışlanıp uzaklaşmaları ile sonlanmıştır. (Bkz. Bu yüzden biz, onları bahçelerden ve pınarlardan çıkardık. 58- Ve hazinelerden ve kerîm makamlardan. Şuara:57-58) Kurân bu mahrûmiyetin sebebini, reşît olmayan istek ve arzularla başkalarına tepeden bakmaya bağlamıştır. (Bkz. Şuara:54)

100- İşte bunlar, toplulukların haberlerindendir. Kıssa ettiklerimizden bazıları ayakta ve bazıları biçilmiştir.

Anlatılan önemli haberlerde, kavimlerden kâim olanlar yani bir şekilde âfetlerden kurtulan resûllerine uyarak hayatta kalanlar ile dik başlılık edip inatla kendilerini kırıp geçiren âfetin içinde kalanlar kıssa edilerek Hûd sûresinde hatırlatılmıştır.

101- Ve biz, onlara zulmetmedik. Ve lâkin onlar, kendilerine zulmettiler. Öyle ki Rabbinin emri geldiği zaman Allah’ın astında çağırdıkları ilâhlar, onların ihtiyacını gideremedi. Ve onların kayıplarından başkasını artırmadı.

Helâk olan tüm kavimler, konusunda temel prensip “Biz, onlara zulmetmedik. Ve lâkin onlar, kendilerine zulmettiler.” ifadeleridir. Helâk olan tüm kavimler, “Allah’ın emri” denilen ve belli aralıklarla dünyada gözlemlediğimiz dinamik ve doğal süreçlerle helâk olmuştur. Bu kavimler tercihleri, bâtıl inançları, uyduruk ilâhları ve doğru bilgiye yaklaşım tarzları yüzünden kendi kendilerine zulmetmiş, âfet bölgesinden doğru araç ve doğru zamanda resûlleri ile uzaklaşmamışlardır.

102-Ve işte, toplumları ve o zâlimleri yakaladığında senin Rabbinin yakalaması böyledir. Onun yakalaması, muhakkak ki çok şiddetli, çok elîmdir.

Burada senin Rabbin denilerek Rabb ve onun resûlü dışında üçüncü bir anlatıcı vardır. Allah’ın yakalaması hâşâ bir kralın tutsak etmesi, öç alıp düşmanını helâk etmesi gibi değildir. Peki, Rabb nasıl, ne şekilde ve niçin yakalar? Allah; zâlimi zulmü sonucu hakka ve hakîkate kör kılarak; sahtekârları, kimseye güvenmeyen paranoyak bir rûh hâliyle; firavunları, tağutları, tiranları, ceberut kralları, tüm kibirli mütekebbirleri âciz bir beşerin peşinde, reşît olmayan kararları ve hamlıkları ile yakalar. Bu hâlde yakalanmak şiddetli ve elîm azâbın ta kendisidir.

103- Muhakkak ki bunda, âhiret azâbından korkanlar için, elbette bir âyet vardır. İşte bu, insanların toplanma günüdür. Ve işte bu, müşâhede edilen bir gündür.

Her zâlim ve suçlunun yaptıklarının ayan beyân açığa çıktığı “müşâhede günü” dünyada da mutlaka gelmelidir. Âhir, sonrası demektir. Sonrasını düşünerek gelecek için endişe edenlere, kıssalarda âyetler, ibretler, sosyopsikolojik birçok ders ve işâret vardır. Önemli olan herkesin bildiği; ancak yaşama konusunda bir şekilde sürekli ertelediği “marufu” şu sayılı günde, ecel gelmeden hayata yansıtabilmektir.

104- Ve biz, onu sayılı bir ecel dışında ertelemeyiz.

Ecel, bir şeyin belli olan süresinin tamamından ibarettir. Ancak bazen o şeyin sonu olarak da kullanılır. (Bkz. Fâtır:13, Arâf:34, Krş. Hûd:3) Ma’dûd kelimesi azlıktan kinayedir ve bazen de son bul­maktan kinaye olarak kullanılır. Bizdeki bir elin parmakları kadar veya bir avuç insan kullanımlarında olduğu gibi. Evet, insan ömrü yani nefes sayısı, kalp atımı sayılıdır ve her doğan bu geri sayım yasası ile kaçınılmaz olana yaklaşmaktadır. Sözlerimiz ve amellerimiz bu sınırlı imkânlarda hebâ edilmemeli, imkânın israf edilmemesi için azamî özen gösterilmelidir.

105- Günü gelince, O’nun izni olmaksızın kimse konuşamaz. Öyle ki onlardan bir kısmı dağılmış ve bir kısmı da saadetlidir.

Şakî; sözlükte, âsi, haydut, yol kesen, haylaz ve her çeşit günahı işleyebilen kişi demektir. Bu nedenle kelime bedbaht, mutsuz, kötü hâli ifade etmektedir. Şekâvet, saadetin zıddıdır. Şak; çatlama, dağılma manasında olduğu için şakî; dağılmış, paramparça olmuş şeklinde anlaşılabilir. (Bkz A’lâ:11) Saîd ise saadetli, mutlu demektir. Sağlıklı bir yargılamada savunma hakkı olmalıdır. Mahkemeyikübrada suçlunun mazereti dinlenir; ancak savunması ona bir fayda sağlamaz. Zîra suçlu, telafi imkânını kaybetmiştir. (Bkz. Artık o gün zulmedenlere mazeretleri fayda vermez. Ve onlar telafi de edemez. Rûm:57) Bundan sonraki süreçte konuşma Rabbin belirlediği sınırlar içinde olur. Bu sırayı bozan ve kendini böyle savunanın ağzına mühür vurulur Zîra yaptıklarının ne olduğunu anlatma sırası ellerindedir. (Bkz. “Bugün onların ağızlarını mühürleriz. Kazanmış oldukları şeyleri bize, onların elleri anlatır, ayakları şâhitlik eder.” Yâsîn:65) Bu âyetlerden anladığımız suçlunun konuşamaması değil bunların bir sıra ve usule göre yapılmasıdır. Sağlıklı bir iletişimde bu olmazsa olmazdır. Saadetliler yaptıkları iyilik, güzellik ve doğru davranışları hak ettikleri ifade özgürlüğü ile dile getirmiştir. (Bkz. Rahmân’ın kendisine izin verdiği kişiden başka konuşamaz. Ve sadece sevâbı söyler. Nebe:38) Zâlim, suçlu ve kötülere, her ortamda istedikleri gibi “ifade özgürlüğü” adı altında toplumu zehirlemelerine izin verilmemelidir. Zîra zulüm sonucu insanlığı çürümüş birinin ağzından doğru bir kelime, sözlerinden de hayır gelmez. Bir kimsenin istiğfar edip kötülüğü bırakmadan, iyiliğe, hayra ve âdil olana yönelip fiilî duasını yapmadan sözlerine itibar edilmemelidir. Zîra o sözler Allah katında sadece bir homurtudur.

106- Böylece dağılmış olanlar… Öyle ki onlar, ateştedir. Orada inler ve homurdanırlar.

Zefîr, sesli nefes alıp verme, inleme demektir. Bu kelimenin kök kalıbı zefera’dır. “Soluğu uzunca çekip dışarı vermek, bir şeyi yüklenip götürmek, kuyudan su çekmek, ateşin alevinin görülmesi, bitkinin bitmesi” manasına gelen bu kelimenin zefîr kalıbı, “eşek anırırken sesinin başlangıcına”; şehîk de “anırmasının sonuna” denmektedir. Zefîr için “inilti”, şehîk için de bu yüzden “homurtu” diyebiliriz. “Bir şeyi yüklenip götürmek” manasından hareket ederek bu kelimelerin “yük taşıyan insanın nefes alıp vermesini” ifade ettiğini söyleyenler de olmuştur. Şehîk, cehennemin uğultusu manasında Furkân 12’de, cehennemliklerin sesleri olarak da Mülk 7’de kullanılmıştır.

107- Gökler ve yer dâim oldukça onların hâlleri orada kalıcıdır. Rabbinin dilediği şey hariç! Muhakkak ki senin Rabbin, dilediği şeyi her dâim yapandır.

Âyette geçen “gökler ve yer dâim oldukça” kaydı ve “Rabbin aksini dilemedikçe” şartı cehennemin Allah gibi bâkî/sonsuz olmadığının bir ifadesidir. Cehennemin varlığı, gökler ve yer gibi mekânın devamlılığına bağlanmıştır. Mekân yoksa içindekiler de olmaz. Hep sonsuz olmayı hayal eden insan yok olup gitmeyi bu meyanda bir türlü kabullenemediği için bu ve buna benzer ifadeler (Enâm:128, Nebe:23 gibi) çoğunlukla “Bunlar deyimdir, bunlar aslında ebediliği, süresizliği, sonsuzluğu anlatır.” şeklinde tevil edilmiştir. Evet, cennet ve cehennem son varış yeridir. Ancak onların son durak olması durağın tıpkı Allah’ın vechi gibi sonsuz ve sınırsız olacağı anlamına gelmez. Zîra "Herkes fânidir. Ve zu’l-celâli ve’l-ikrâm olan Rabbinin vechi bâkidir.” (Rahmân:26-27) Bu mübarek âyetler sonsuz azâp ezberini de bozmaktadır. Zaten sonlu bir hayatın cezasının sonsuz olması cezadaki denkliğe de aykırıdır. Sonu belli olmayan çok uzun bir süre olması, onun sonsuz olması anlamına gelir mi? Kurân’daki göndermelere dikkatle bakıldığında cennet ve cehennemin bu dünyada kurulacağı söylenebilir. Zîra her ölü gömüldüğü yerden dirilir. (Bkz. Semâ açıldı. Ve yeryüzü uzadı. Ve Rabbini dinledi ve hakkını verdi. Ve içindekileri attı ve boşaldı. İnşikak:1-4 Ayrıca “Dedi ki: Orada yaşarsınız ve orada ölürsünüz ve oradan çıkarılırsınız.” Arâf:25) Cennet ve cehennem için kullanılan ortak semâlar ve yer için de İbrâhîm sûresinin 48. âyetindeki “O gün yer başka bir yer ile gökler de (başka göklerle) değiştirilir.” ifadesi ile bu âyetler birlikte okunmalıdır. Son saatten sonra yaşam alanımız köklü bir değişime uğrayacaktır. Bu yeni yaratılışta gökler denilen katmanlı atmosferin, diğer yaşam şartları ve üzerindeki canlıların bu yeni şartlara adaptasyonundan bahsedebiliriz. Kurân’ın fragman olarak verdiği âyetleri birleştirdiğimizde karşımıza şöyle muhteşem bir tasarım çıkmaktadır: Öncelikle cennet ve cehennem bu dünyada; ancak biri sanki ayın karanlık yüzü iken diğeri aydınlık yüzü gibi… Cennet ve cehennemin arasında bir hicap, duvar ve perde vardır “Ve onların aralarında bir perde ve Ârâf’ın üstünde onların hepsini sîmâlarından tanıyan er kişiler vardır. Henüz oraya dâhil olmamış ama ümit eden cennet ashâbına: “Selâm üzerinize olsun!” diye nidâ ettiler. Onların görüşleri ateş ashâbına yönelince dediler ki: “Rabbimiz, bizi zâlim kavim ile beraber kılma!” (Araf:46-47) Devam eden âyette duvarın veya perdenin/engelin üstündekiler ile cehennemdekilerin konuşmalarından bahsedilir. Arâf 50. âyette “Ve ateş ashâbı cennet ashâbına nidâ etti: “Sudan veya Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden bize atın.” Dediler ki: “Muhakkak ki, Allah ikisini de nankörlere harâm kıldı.” Bu tedriç edilmiş yer olan cehennemin kapılarından da Kurân bahsetmektedir. “Gerçeği yalanlayan nankörler bölük bölük Cehennem'e sürülürler. Oraya vardıklarında, kapıları açılır. (Zümer:71) “Cehennemin yedi kapısı vardır. Onlardan her kapı için birer grup ayrılmıştır.” (Hicr:44) Bu yedi kapının isimleri şunlardır: 1-Sekar(Müddessir:26) 2-Hâviye (Karia:9) 3-Saîr (İnsan:4) 4-Hutâme (Hümeze:5) 5-Lezâ (Meariç:15) 6-Cahîm (Saffat:64) 7-Nâr (Âl-i İmrân:10). Bu isimlerin anlamları hem o kapılardan giren suçlu grupların misli karşılığına hem de orada görecekleri azâbın süresine bir göndermedir. Misal, insan sûresi 4’teki “saîr” su’ire kalıbı ile çıldırmak, delirmek demektir. “Muhakkak biz, o örtenler için prangalar, demir tasmalar ve çıldırtan bir ateş hazırladık.” (İnsan:4) Saîr kapısından girenler demir tasmalar ve prangalardan kurtulamayıp çıldırana kadar orada kalacaklardır. Hâviye, derin çukur demektir. “Artık onun anası hâviyedir.” (Karia:9) Bu dibinde hami bir ateş olan derin çukura düşenlerin sonları bu çukurun dibinde gelecektir. Rabbimiz cezanın misli ile olduğundan şöyle bahseder: “Kim bir güzellik ile gelirse ona onun on katı vardır, kim bir kötülük ile gelirse kötülüğün karşılığı misli kadardır.” (Enam:160) (Ayrıca bkz. “Sadece yaptığınızın karşılığını çekeceksiniz.” Tahrim:7) Peki cehennem dünyada yapılanın misli kadarsa oradan çıkan cennete mi girecek? Hayır. Kendini ilâhlaştıran kafa böyle bir azâptan çıkıp bâkî kalacağını iddia etmesine Kurân şöyle der: “Kitaptan nasiplenmiş olanları görüyorsun değil mi? Bunlar, aralarında hükmetmesi için kitaba çağrıldıklarında bir kısmı, döneklik ederek ondan yüz çeviriyor. Bunun nedeni, onların: ‘Ateş bize sayılı birkaç günün dışında dokunmayacak.’ şeklindeki inançlarıdır. İftira edip dinlerine soktukları şeyler onları yanıltmaktadır.” (Âl-i İmrân:23-24) Cehennemden çıkışın olmayacağı net olarak Bakara 80. âyette de ifade edilmiştir.  

108- Ve amma saadetliler… Öyle ki onlar cennettedir. Rabbinin dilediği şey hariç! Gökler ve yer dâim oldukça onların hâlleri orada kalıcıdır. Verilenler kesintili değildir.

Görüldüğü gibi cehennem ve sonu ile ilgili bir önceki âyette ne kullanıldıysa burada da aynı kelimeler bu kez cennet içinde kullanılmıştır. Sonlu ve sınırlı bir dünyada yapılanların karşılığının sonsuz ve sınırsız olması, adâlet ve hakkaniyete bile aykırıdır. Âyetin sonunda gelen “meczûz” kelimesi, kesilmiş, cüzlere bölünmüş demektir. Ancak ğayra ile birlikte kullanıldığından, mana kesintili olmayan, parça parça, azar azar verilmeyen nimetlere “ğayra meczûz” denmiştir. Maalesef ezberlerimiz yüzünden bu kelime de sonsuz ve sınırsız şeklinde anlaşılmıştır. Cennetin de süreleri ve içindeki nimetleri farklı kısımları/tabakaları vardır. Dolayısıyla cennetin de isimlerinden bahsedilmiştir. Firdevs kelimesinin aslının Pehlevîce (Eski Farsça) “etrafı duvarla çevrili yer” anlamında pairi-daeza olduğu, bunun paradeisos şeklinde Grekçeye, oradan da Firdevs şeklinde Arapçaya geçtiği söylenmektedir. Kelime Rûm dilinde “bahçe” demektir. Firdevs kelimesinin çoğulu olan ferâdis, Suriye’de [Şam’da] bir yerin adıdır. (Lisanül Arab) Cennetin içinde bir bölüm hakkında da kullanılmış olabilir, cennetin tamamına şâmil bir isim olarak da okunabilir (Bkz. Kehf:107, Müminûn:11). Dâru’l-Mukâme, asıl durulacak yer (Fâtır:35). Dâru's selâm, barışın olduğu yaşam alanı/ev (Yûnus:25). Cennetü’l- Adn, ikâmet edilen bahçe (Tevbe:72, Rad:23). Dâru'l-hulûd, hâlin bozulmadığı yer (Furkân:15). Cennetü'l-Me'vâ saklı bahçe (Necm:15). Bunlar cennetin isimleri değil, daha çok sıfatları hükmündedir.

109- Artık sen, onların taptığı şeylerden belirsizliğe düşme! Onlar, ancak babalarının önceden taptığı gibi tapıyorlar. Ve muhakkak ki biz, onların nasîplerini eksiltmeden tastamam veririz.

Buradaki nasîb kelimesi; insanların dünyada çalışmaları, gayretleri sonucu elde edecekleri paydır ki bunların hiçbirinde herhangi bir eksiklik olmayacağı vaad edilmiştir. Müşriklerin mütref bir hayat sürmesi, inançlarının doğru olabileceğine dair bir ikilem oluşturabilir. Ancak onların saltanatları babadan-dededen gelen bir zulüm düzeninin getirisidir. Taştan putları ile doğrudan bir ilgisi yoktur. Âyetteki “onların tap­makta oldukları şeyler” ifadesindeki “hâulâi” zamiri, sadece putlara değil; insanlara, felsefelere, doktrinlere, idealize edilmiş düşüncelere ve Hz. Şuayb kıssasına âtıfla kendi menfaatlerine bile gitmektedir. İnsan neye tanrı­lık özelliği veriyorsa, neyi hayatında vazgeçilmez kılıp bir numara yapıyorsa o onun putudur. İnsan dünyada neyi hayatının bir numarası yaparsa onun için çalışır, çabalar ve karşılığını alır. Zâlimlerin mütref bir yaşam sürmesine imrenenler için bu durum inançsal bir propaganda aracına dönüşmüştür. Misyonerler bu zaafı fakîr toplumlara inançlarını empoze etmekte kullanmışlardır. Yapılması gereken ataları veya içine doğdukları kültürü ihtilâflı bir bakışla okumaktır. Eğer Mekkeli müşrikler atalarının düzeni ile ihtilâfa düşselerdi, onları körü körüne izlemeyerek doğruya yaklaşacaklardı. Ancak insan genellikle yanlışta değil, doğruda ihtilâf etmektedir.

110-Ve and olsun ki, Mûsâ’ya kitabı verdik. Oysa onda ihtilâf edildi. Rabbinden bir kelime geçmemiş olmasaydı onların aralarında mutlaka karar verilirdi. Ve muhakkak ki onlar, onda belirsiz bir ikilem içindedir.

Bu ifade nüzulde bir sonraki sûre olan Yûnus 93’te şöyle izah edilecektir. “Ve and olsun ki İsrâîloğullarını doğru bir yere yerleştirdik. Ve onları temiz olanlardan rızıklandırdık. Artık onlara ilim gelinceye kadar ihtilâfa düşmediler. Muhakkak ki senin Rabbin, kıyâm günü, ihtilâfa düşmüş oldukları şeyde, onların aralarında karar verir.”(Yûnus:93) Hz. Peygamber zamanındaki tepkiler aslında tüm resûllere verilen tepkilerin bir benzeridir. Rabbin kelimesi hayata koyduğu kaide ve kurallardan sadece bir tanesidir. Bu da dünyada bazı konuların kesinlikle tam olarak hükme bağlanamayacağı gerçeğidir. Bu meyanda ihtilâflar kaçınılmazdır ve hayatın bir gerçeğidir. Zîra Allah insanları farklı algılarda (muhtelif) yaratmıştır. Önemli olan ihtilâfları bir ayrışma ve ötekileştirme vesilesi yapmamaktır. Son hükmü/kararı Allah’a bırakma ahlâkı, ihtilâftaki rahmettir. Tefrikadaki mahrûmiyet ihtilâfların oluşturduğu zenginliği görememektir. Muhatabın belirsiz bir ikilemde olması onları ötekileştirme sebebi değil, rahmet ve merhametle yaklaşma vesilesi kılınmalıdır.

111- Ve muhakkak ki Rabbin, onların hepsinin amellerinin karşılığını tastamam verecektir. Muhakkak ki O, onların amellerinden haberdar olandır.

109. âyette tebliğ ve davet sorumluluğundaki Hz. Peygamber ve müminlerin neyi yapıp yapmayacağından bahsedilmişti. Burada ise Allah’ın; herkesin ne yaptığından, niçin yaptığından haberdar olduğu hatırlatılmıştır ki hiçbir mümin Allah adına hesap sorucu, ceza kesici olmasın. Zîra “Sana düşen, sadece tebliğdir ve hesap, Bizim üzerimizedir.” Rad:40

112- O hâlde sen ve tevbe eden kimseler emrolunduğunuz gibi istikâmet üzere olun! Ve aşırı gitmeyin! Muhakkak ki O, yaptıklarınızı çok iyi görendir.

İstikâmette olmak, sırâtımüstakîmde olmaktır ve bunu en güzel Fâtiha sûresi anlatır. “Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna… Gazaba uğrayanların ve sapıtanların yoluna değil.” Verilen rızkı doğru kullanmak, mutluluk ve huzur vesilesi kılmak, o rızkı nimet seviyesine çıkarır. Verilen rızkı paylaşmamak kişiyi mütref bir hayata sürükleyip insanî değerlerden ve erdemlerden uzaklaştırarak çürütür. (Bkz. Hud 116)

Fe harfinin burada bulunuşu, söz konusu emrin, yukarıdan gelen emirlerin devamı olduğunu ifade etmektedir. Demek ki Hz. Peygamber ve müminler bir konuda aşırı gitmişler ki âyette hem aşırı gitmemeleri hem de önceden tevbe ettikleri gibi yine istikâmete dönmeleri emrediliyor. Zîra insanların ihtilâflarını ötekileştirme sebebi olarak görmek ve bu konuda keskin hükümler vermek kişinin istikâmet açısını kaybetmesine sebeptir. Buradaki taşkınlık/aşırılık, mütref zorbalara meylederek hesap sorucu olmaktır. Bu zihniyet ihtilâfları zenginlik olarak görmek yerine ayrık otu gibi onları yok etme iddiasıdır ki bunu Allah dilememiştir. (Bkz. “Ve Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı. Ve ihtilâf etmekten vazgeçerlerdi.” Hûd 118) Her tür tek tipleştirme zulümdür ve insanı istikâmetten uzaklaştırır. Pasaj bu zihnî inşaya şöyle devam etmektedir:

113-Ve zâlimlere meyletmeyiniz! O takdirde ateş size de dokunur. Sizin Allah’ın astında evliyânız yoktur. Sonra size yardım eden de olmaz.

Allah’ın astındaki evliyâ inancı veya diğer aracı put inançlarının altında yatan asıl sebep Allah adına kararlar verip din istismarı ile hükmetmek ve menfaat devşirmektir. “Allah’ın astında sizin herhangi bir evliyânız yoktur.” ifadesi, kulların Allah ile aldanmalarına engel olup kula kulluğu bitirmek içindir. Şirk inancı aracı-kayırıcı, sınıfsalcı bir zihnin tezahürü olduğu için sadece zulüm üretmektedir. Müşriklerin gücü, zenginliği ile oluşan mütref yaşamlarının sebebi olarak lanse edilen aracı kayırıcı put ve evliyâ inancı burada da reddedilmiştir. Önceki âyetlerde kıssaların anlatılma amacı bu ilke-berceste âyettir. O ilke “zâlime meyletme, özenme ve benzeme” tehlikesidir. Zâlimler, zengin ve güçlüler, ölçü ve tartıda hile yapar(Medyen), mütecavizdir(Lût kavmi), seyahat özgürlüğüne engel olan zorbalardır(Semûd gibi), insanları küçümser, kast sistemini saf sistemine tercih ederler (Âd ve Nûh’un kavmi gibi). Elit kesim oluştururlar ve insanları bu seçkinci tabakaya kendilerine benzeterek çekmek isterler(Firavun). Zâlim mütrefler illegal, bencil yaşamlarını imrendirme yoluyla legalleştirmek isterler. Buradaki “lâ terkenû” kelimesi meyletme, özenme tehlikesine dikkat çekmektedir. Rukûn, meyletmek yani, bir etki altında kalıp bir şeye sevgi ile yönelmek demektir. (Krş. “Ve seni sebat ettirmeseydik, and olsun ki sen, onlara biraz meylederdin.” İsrâ:74 ) Peki zulüm, zâlimlik kötü ise insanlar ona neden meyleder? (Cevap için Bkz. Hûd 116) Zâlime yaklaşmak, ateşe yaklaşmaktır. Dikkat edilirse, ateş cümlenin öznesi durumundadır. Ateş canlı bir varlık gibi hareket edip insana dokunmaktadır. Buradaki ateş metaforu çok vecizdir. Şöyle ki ateş temas ettiğini yakar, yakınlara sıçrar ve yayılarak her güzelliği kül eder. Toplumu ve emek ile yapılan her güzel şeyi kül eden ateş, zulümdür. Provokatörler ormanları küçük bir kıvılcımla yok eden kundakçılar gibidir. Böyle bir kaosta herkes her an katil veya hırsıza dönüşüp zulmedebilir. Burada Hz. Lût’un dediği gibi reşît şahsiyetler, aktif iyiler, yangının yayılmasını önlemelidir. “Zâlimlere meyletmeyin!” şeklindeki hitabın muhatabı zâlimler değil; tevbeye yani iyiye, hayra yönelmeye davet edilen müminlerdir. Bir mümini sadece kötülüklerden uzak durmak kurtarmaz. Mümin, bir de iyi olana, marufa yönelip ıslâh edici ameller ortaya koymalıdır. Pasif iyiler toplumu kasıp kavuran, ötekileştirip kin ve düşmanlığı ihtilâflar üzerinden besleyenlere itibar etmemeli, bunun aksine sâlih ameller ortaya koymalıdır. Yoksa toplumu kuşatan ateş, er ya da geç o pasif iyilerin kapısına dayanacaktır. Bu durumda pasif iyiler bile evliyâ aramaya başlar. Kuzu görünümlü kurtlar toplumun içine girdiğinde ve yangın her yeri sardığında artık yardım eden de olmaz. Çözüm hayatımızdaki önceliklerin değiştirilmesidir. Bu parametre değişimi mütref zâlimler gibi olmaktan, onlara özenip meyletmekten bizi koruyacaktır. Zâlimler kötülüğe, kötülükle cevap verirken, mümin kötülüğü iyilikle, güzellikle def etme yolunu tutar. Bu yapılırsa seyyiât yerini hasenâta bırakacaktır. (Bkz. “Kötülüğü iyilikle def et. Bakarsın hasmın, hısmın oluvermiş.” Fussilet:34)

114- Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın kısımlarında salâtı ikâme et. Muhakkak ki haseneler, seyyiâtı giderir. İşte bu, zikredenler için bir zikirdir.

Taraf, bir şeyin bölümlerinden biri anlamına gelir (Lisanu’l Arab). “Gündüzün iki tarafı”, iki bölümü demektir. Salatın ikamesi olan namaza durulması gereken ilk bölüm, güneşin tepe noktasından batıya doğru kaydığı öğle vaktidir (Bkz. İsrâ:78) İkincisi ise güneş batmadan önce kılınması gereken ikindi namazının vaktidir (Bkz. Rûm:18) 

Zülef, yakınlık anlamında olan “zülfe”nin (Bkz. Mülk:27) çoğuludur (Lisanu’l Arab), gecenin gündüze yakın vakitleri demektir. Yakınlık, gündüzün aydınlığının gecenin karanlığına karışmasıyla anlaşılır. Müzdelife kelimesi zülef’ten türemiştir. Arafat’a yakın olan yere denir. Bu ayetteki zülef, zülfe'nin çoğuludur ve Arapça'da çoğul en az üç sayıdan oluştuğu için, bu âyetteki ifadeden, ikisi gündüzün taraflarında, üçü de gecenin eteklerinde olmak üzere asgari beş vakit namaz emredilmiş olduğu açıkça anlaşılır. Bu âyet ve buna benzer diğer âyetler Kurân’da namazın vakit sayısının beş olduğunun dilsel delilidir. Tartışılabilir olan, bu âyette kaç vakte âtıf yapıldığı değil, hangi vakitlere âtıf yapıldığıdır. “İşte bu, zikredenler için bir zikirdir.” ifadesindeki zikir, “z-k-r” kökündendir. Ragıb’a göre bilginin elde edilip akla getirilmesidir. Zikir; anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, bir şeyi dile getirme, hatırlatma demektir. Müzekkir kelimesi, zikir ve zikrâ kökünden “hatırlatıcı” demektir. Âyetin sonundaki zâkirîn kelimesine; zikredenler, düşünenler, hatırlayanlar manasını vermemiz mümkündür. Zîra zikir, bir anma ve hatırlama faaliyetidir. Kurân’ın da içinde olduğu vahiy zincirinin genel sıfatı da zikirdir (Bkz. Hicir:9) Yani insana neden bu dünyada olduğunu, neleri yapıp yapmaması gerektiğini hatırlatır. Günde en az kıldığımız 5 farklı vakit namazda kendimize hatırlattığımız âyetler yüzünden namaz bir zikre dönüşmektedir.(Bkz. “Beni zikretmek için salâtı ikâme et!” Tâhâ:14)

Hûd 114’te güzelliklerin-iyiliklerin, kötülük ve çirkinlikleri gidereceği ilkesinin günde 5 defa insanın hatırlaması gerektiği üzerinden bir örnek verilmiştir. Kötülüğü iyilikle def etme erdemi gibi Kurân’î ilkeleri yani âyetleri insan kendisine hakkı ile telkin ederse, zikredip hatırlatırsa zulme yaklaşmayacak, zâlimlere meyletmeyecektir. Ancak salât bir ritüele dönüşüp okunan âyetler bir hatırlatma olmaz ise gaflet ağır basabilir. Namazda, yaptığı kötülükleri düşünenin ve bunları telafi etmek için iyiye, hayra yönelmesi gerektiğine karar veren biri için namaz bir anda istiğfar ve tevbe vesilesine dönüşebilmektedir. Hayatı ayağa kaldırma vasfından dolayı salât “ekîmu, yukîmu, kâimun, ekâmtum” kelimeleri ile birlikte geçer. Namazda okuyup kendimize telkin etmemiz gereken başka bir ilke de şudur:

115- Ve sabret! Muhakkak ki Allah, muhsinlerin ecrini zâyi etmez.

Muhsin, sürekli ihsânda bulunan demektir. İhsân, yaptığı işi en iyi biçimde, güzel ve noksansız yapmaktır. İhsân kelimesi, “husn” kökünden türemiş “ahsene” fiilinin mastarıdır. Muhsin kelimesi de bu fiilin ismifâilidir, yani bunu ahlâk haline getirenlere denir. Kötülükleri, yanlışları ihsânla savuşturanlar muhsinlerdir. Sabır pasif bir bekleme değil, muhsin olabilmenin şartıdır. İnsanların faydasına yaptığı işi sabırla, en güzel bir niyet ve biçimde yapanın ecri zâyi olmaz. Misalen bir müteahhidin; betonun veya toprağın altında kalacak olan ve kimsenin görmeyeceği işi savsaklamadan, maliyetten, işçilikten kaçmadan hakkını vererek yapması muhsince bir davranıştır. Bu tutumu, yapılan işin gelecekte yıkılıp zarara sebep olmaması ile kötülüğü iyilikle, dürüstlükle def etmektir. Gün gelir bir depremde yapılanlar ortaya çıkar. Günde 5 vakit kendimize hatırlatacağımız ikinci ilke de budur. Yaptığını ve söylediğini en güzel, en doğru bir şekilde “yap ve söyle” telkinidir. Hz. Peygamber’in kimse görmese de Allah’ın kulunu ve yaptığını gördüğünü ifade ederek ihsânı tanımlaması da bu minvaldedir. Bunu herkes bilir;  ancak başarabilen çok azdır.

116- Oysa -kurtardıklarımızın çok azı dışında- sizden önceki nesillerden fesâttan nehyeden bakiye sahipleri yeryüzünde olsaydı ya! Mütreflik içindeki zâlimlere tâbi oldular. Ve mücrimler oldular.

Mütref, dilediğini yapan ve nimetleri bencilce israf eden, rahatı ve şımarıklığı için her türlü azgınlığı sergileyen demektir. Arapça “te-ri-fe” den gelir, fiil şekli de “etrafa”dır. Lügatte “…olumlu manada sulu ve taze oldu, kendine has bolluk içinde semirdi, bitkinin suyu bol oldu.” manasındadır. Bu fiilden türeyen turfa, az bulunan ve kıymetli olan şey demektir. Türkçede “turfanda sebze veya turfanda meyve” şeklinde hâlen kullanılmaktadır. Turfanda mevsimin ilk yetişen ürünleridir. Olumsuz manada dünya kaynaklarını bencilce tüketerek semiren, dünyayı çocuklarından miras aldığını unutup kendi mülkü zanneden, ahlâkî bir endişe taşımadan zevke dayalı bir yaşam süren herkes mütreftir. Evet, Hûd 113. âyetten buraya kadar bahsedilen ve müminlerin bile meylettiği zâlimler, imkânların semirttiği, mütref bir hayat süren zâlimlerdir. (Bkz. “Keşke bizim de Kârûn gibi varlığımız olsaydı! Gerçekten o, çok kısmetli biri, diye iç geçirdiler.” Kasas:79) İnsanı zulme ve suça sürükleyen mütref yaşam tarzıdır. Bu imrenilen, meyledilen, özenilen değil uzak durulması gereken bir ateş misalidir.

Bakiye sahipleri, Hûd:86’da Hz. Şuayb’ın bahsettiği Allah’ın bakiyesine tâlip olanlardır. Dürüstlüğü, erdemi, insanî değerleri; her tür kirli, kanlı, haksız menfaate tercih eden muttakîlerdir.

117- Ve senin Rabbin, ıslâh ehli olan toplumları zulüm ile helâk edici olmadı.

Burada doğal âfet ile helâk olanlardan değil, zulüm ile helâk olmaktan bahsedilmiştir. Toplumda maslahat ve ıslâhat ehli insanların varlığı, zulmün bir ateş gibi yayılmasına engeldir. Herkesin bir başkasının iyiliğini düşündüğü bir toplumda zulüm ve zâlim barınamaz, kimse de onlara meyletmez. Buradaki helâk doğal bir âfet ile helâk değil, zulüm sonucu oluşan sosyolojik helâktir. Bazı âlimler bu âyetteki “bi zulmin” kelimesini, zulüm et­mesine rağmen bir toplumu Allah’ın maddî âfetlerle helâk etmeyeceği şeklinde anlamışlardır. Bazı müfessirler de buradaki zulüm kelimesini “şirk, küfür” gibi sapık inançlar olarak açıklamışlardır. Buna göre toplumsal, manevî, sosyolojik helâkin sebebi; ahlâkî yozlaşma sonucu oluşan zulüm, şirk kültürü ve ona meylin artmasıdır.

118- Ve Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı. Ve ihtilâf etmekten vazgeçerlerdi.

Ümmet kavram olarak, kendi irâdeleriyle veya bir zorunluluk sonucunda aynı yerde, aynı zamanda veya “ümm” denilen aynı ana-asıl ilkelere uymak sûretiyle bir arada yaşayan topluluktur. “Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı” ifadesi net olarak bunun Allah tarafından irâde edilmediğini ortaya koymaktadır. El-Hayr olan Allah neyi dilemişse o hayırlı, neyi dilememişse o şerdir. Allah dileseydi insanları muhtelif yaratmaz ve onları tek tipleştirirdi. Oysa değil tek tipleştirmeyi, tek ümmet kılmayı bile murât etmemiştir. O zaman her tür tek tipleştirme Allah’ın isteğine aykırıdır ve zulümlere sebep olur. Allah hiçbir toplumu tek tipleştirme zulüm ile helak etmemiştir. Muhtelif yaratılanın, ihtilâf etmesi Rabbin dilemesidir. Rabbin sünneti, kelimesidir. (Bkz. Hûd:110) İhtilâftaki rahmeti göremeyen tefrikadaki mahrûmiyeti yaşayacaktır. Bunu biraz açalım. İhtilâf etmek, irâde olgusunun bir sonucudur. İrâde varsa ihtilâf var olmaya devam edecektir. İhtilâflar iki farklı yol ile devam eder. İlkinde; Ana ilkeler etrafında bir araya gelerek(ümmet) aynı yolda, aynı amaç için mücadele edilirken “ana ilkelerden sapmadan” ihtilâfa düşebilirler. Bu ihtilâf;  temelden, kökten, derin bir ihtilâf olmadığı sürece içinde rahmeti barındırır. Zîra farklılık ve çeşitlilik, böyle bir ihtilâfın sonucunda ortaya çıkar. Buna birlik içindeki çokluk, teklik içindeki zenginlik denilebilir. Kaldı ki bu manada tek ümmet olmak “tek tipleşmeyi değil, aynı ana ilkeler etrafında ihtilaflarla cemiyet olabilmeyi anlatır. Buna mukabil fıtratımız gereği "dillerimiz ve renklerimiz muhtelif” (Rûm:22) olduğu gibi düşüncelerimiz ve duygularımız da muhteliftir ve bu zenginliktir. Bu zenginlik, birliği/ümmeti dağıtan bir durum değil, tam aksine geliştiren ve ümmete/birliğe güç katan bir meziyettir.  Ancak birbirine taban tabana zıt yöndeki ihtilâflar hiç şüphesiz ki sonu tefrikaya çıkan gruplaşmalara ve fırkalaşmalara yol açar. “Tefrikaya düşenler gibi olmayın! Ve kendilerine beyyineler geldikten sonra ihtilâf ettiler. Ve Onlar için azîm bir azâp vardır.”(Âli İmrân:105) (Aynı zamanda bkz. Âli İmrân:103, Şûrâ:13)  İşte böyle bir ihtilaf tefrikayı doğurur, tefrika da düşmanlığın sebebidir. Dolayısıyla böyle bir ihtilafta rahmet yoktur. Rahmet olmadığı için bunun sonu cehennemdir. Elbette bu cehennem “tefrika, ayrışma, çatışma, kaos ve savaşla” önce bu dünyada yaşanacaktır. Bakara 213, Yûnus 19 ve Hûd 119 âyetleri de bu tür ihtilâfın insanın hayrına, rahmet üreten bir ihtilâf olmadığını vurgulamaktadır. Bilinen bilinmeyen, tanınan-tanınmayan muhtelif irâdelilerin, iradelerinin ellerinden alındığı ve tek tipleştirilip tıkıldığı yerin adı, ister dünyada ister âhirette olsun cehennemdir.

119-Rabbinin rahmet ettikleri hariç. Ve onları, bunun için yarattı. Rabbinin kelimesi tamamlandı: Cehennemi cinler ve nâsla tamamen dolduracağım.

Âyette geçen zâlike zamiri rahmet yani merhamete gitmektedir. Abdullah b. Abbas, Mücâhid ve Katâde de bu ifadeyi “Allah insanları rahmeti için yaratmıştır.” şeklinde açıklamışlardır. Hasan-ı Basrî ve Taberî bu ifadeyi “Allah insanları ihtilâf etmeleri için yaratmıştır.”  şeklinde anlamışlardır. Bu iki yorumu cem ettiğimizde sonuç şöyle olmaktadır: Allah ihtilâftaki rahmete şâhit olunsun diye bu zengin varlığı yaratmıştır. Yeryüzünün hatta uzayın tamamında birbirinin tıpkısı bir taş bile yoksa buradan muhtelif yaratılmanın her yanı kuşattığı söyleyebiliriz. Bu da rahmetin her yanı kuşatmasıdır ki farklılık birer kimliktir ve özel hissettirir. İhtilâftaki rahmeti göremeyen, tefrikadaki mahrûmiyeti yaşar. Allah insanları cehenneme tıkmak için yaratmamış, onlara rahmet etmek için yaratmıştır. (Tek ümmet ve tek tipleştirme ile alâkalı bkz. Yûnus:99)

Cinn,  çoğul olarak kabul edilmiş, tekilinin de “cinnî” kelimesi olduğu söylenmiştir. Bu kelime “c-n-n” kökünden türemiş olup asıl anlamı, bir şeyin duyulardan uzak, saklı olmasıdır. Örtülü olan her şey cin’dir. (Ayrıca Bkz. Neml:17)

Nâs kelimesi özellikle “insan toplulukları” için kullanılmaktadır. Nâs çoğuldur ve kendi lafzından tekili yoktur. Dilcilere göre aslı ünâs’dır. Üns, ünsiyet kurulan demektir. Bu durumda cin, ünsiyet kurulamayanlar, ünas ise ünsiyet kurulanlar manasına gelmektedir. Bilinen-bilinmeyen, tanınan-tanınmayan gibi kapsayıcı ve geneli ifade etmek için “mine’l-cinneti ve’n-nâs” kalıbı Kurân’da birçok yerde kullanılır. Nasıl ki gökler ve yer yaratılan mahlûkatın tamamını kastetmekte ise ins û cin de irâdelilerin tamamı demektir.

120- Ve sana resûllerin haberlerinden zihnini sağlamlaştıran her şeyi kıssa ediyoruz. Ve bununla sana; inananlar için zikir, uyarı ve hak gelmiştir.

Fuâd “insanın göğsündeki kalp” için değil, “insandaki şuur, idrâk, hissiyat, heves, ilke, düşünce, niyet ve irâde merkezi” için kullanılır. (Lisanu’l-Arab) Kurân’da “fuâd, lub, akıl ve kalp” gibi farklı kelimeler kullanılır. Kalp, zihnin düşünceleri inkılâp ettirme sıfatı; fuâd, zihnin örneklemeler ile öğrenmesi; lub, lobların içindeki küçük ve özelleşmiş merkezlerdir. Akıl ise zihnin olaylar arasında bağ kurma yetisine verilmiş isimlendirmelerdir. Bağlama uygun olarak Kurân bu isim ve sıfatları kullanmaktadır. Burada fuâd kelimesi zihin olarak çevrilmiştir. Zîra zihin; yaşantıları, öğrenilenleri, bunların geçmişle olan bağlantılarını bilinçli olarak akılda saklama melekesidir. Bu yaşanmışlıklar ve örneklemeler zamanla zihniyeti şekillendirir.

Nekussu, resûllerin başlarından geçen ibretlik yaşanmışlıkları kısaltarak anlatmaktır. Bu yolla haberdar olmak manasında “enbâ” kelimesi kullanılmıştır. Hakîkat insanın idrâkini, şuurunu besleyen, güçlendiren en önemli unsurlardandır. Zanlar ile beslenen dimağlar her an kayabilirken, yaşanmışlıklar ile gerçekliği arttırılmış hakîkatler kalbi mutmain eder. Dikkat edilirse resûllerin bir kısım haberi aktarılmıştır. Kurân’da ismi geçmeyen birçok resûl de mevcuttur. Seçilen resûller Hz. Muhammed’e yakın coğrafyalardan, benzer hayat şartlarından seçilmiştir ki hisseler en doğruya yakın alınabilsin. Anlatılanların inananlara zikir/hatırlatma olması, doğruların teşviki içindir. Uyarı ise resûllerin başından geçen ibretlik zorluklar, hatalar ve bu hatalar ile başa çıkma yollarıdır.

121-Ve inanmayanlara de ki: “İmkânlarınızın elverdiğini yapın! Muhakkak ki biz de yapıyoruz.”

93. âyette Hz. Şuayb’ın kavmine hitabının aynısını burada Hz. Muhammed’in de söylemesi istenmektedir. Zîra kıssaların gerçek amacı budur. Bu amaç da hayata, şimdi ve buradaya tatbik etmek, kıssadan hisse çıkarmaktır.

122- Ve gözleyin! Muhakkak ki biz de gözlüyoruz.

Sözün bittiği bu noktada Hz. Peygamber’den olayları akışına bırakması gerektiği istenmektedir. Geleceğin/gaybın neleri getirip götüreceğini söz ile anlamayanlar yaşayarak öğrenecektir. Zîra…

123- Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır. Ve tüm emirler O’na rücû eder. Öyleyse O’na kul olun ve tevekkül edin! Senin Rabbin, yaptıklarınızdan gâfil değildir.

Elimizden geleni yaptıktan sonra gayb ve geleceğe ilişkin kaygıların gereksizliği âyette öğütlenmiştir. Bize düşen Rabbin emirleri çerçevesinde elimizden geleni yapmaktır.  Tüm emirler nasıl Allah’a rücû ediyorsa, elinden geleni imkânlar dâhilinde yapan için de emeğinin getirisi er ya da geç mutlaka yapana dönecektir. Âyette kulluğun hemen arkasından tevekkül emri gelmektedir. Çünkü kulluk ancak tevekkül ile yani sadece Allah’a güvenip dayanmakla kemâle ulaşır. Bu ve buna benzer âyetler inananlara geleceğe dair sürekli umut vermekte ve onları zor zamanlara hazırlamaktadır. Bütün emirlerin Allah’a rücû edeceğine imân eden bir mümin en karanlık zamanlarda bile şu sözler ile çıkış yolları aramaktadır: “Allah’a dayan, saye sarıl, hükmüne ram ol! Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” (M. Akif Ersoy)

Hûd sûresinden şimdilik anladıklarımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu âlemlerin Rabbi olan Allah’u Teâlâ bilir.

 

 

 

 

 

 


 
Eklenme Tarihi : 18.03.2022 09:10:14
Okunma Sayısı : 3340