أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنسَوْنَ أَنفُسَكُمْ وَأَنتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلاَ تَعْقِلُونَ

44- (Ey vahyin muhatapları!) Kitabı okuyup durduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? (Bunun yanlış olduğunu) Akıl etmeyecek misiniz? (Bakara:44)



.





NÂZİÂT SÛRESİ

Nâziât Sûresi

1-Dalarak sökenlere and olsun!

Sıfatları sayılan varlık belirtilmemiştir. Ancak yine de bağlamdan hareketle ilk beş âyette sıfatları sayılan varlığın olumsuz insan tipi olduğu anlaşılmaktadır. Olumsuz özellikleri sayılan bu insan tipinin son saate tanık olacağı vurgulanmıştır. Zira âyetteki yemin “vav”ları kasemle gelen yeminlerden farklıdır ve daha çok şâhitlik, tanıklık vurgusu taşır. Ancak bu tanıklığın,içinde ince bir tehdidi barındırdığı da açıktır.

Yemin ederken kullandığımız“vallahi” sözündeki vav buradan gelir. Allah’a yemin olsun dediğimizde yaptığımıza Allah’ı şâhit tutarız.

Nâziât kelimesi “sökerek çekmek” anlamındaki “neze’a” kelimesinin ismifâil kalıbının çoğuludur. Anlamı “sökerek çekenler” demektir. ‘’Yayı çekti, elini çekti.”şeklinde bilinen anlamında kullanıldığı gibi “Bir şey üzerinde çekiştiğiniz zaman onu Allah’a ve Rasûlü’ne götürün.” (Nisa:59) âyetindeki kullanıma da sahiptir. Burada Nisa sûresinde olduğu gibi olumsuz bir manası olması muhtemeldir.

Ğarkan kelimesi de “mefûlumutlak” veya “hâl” olarak getirildiğinde “suya batırırcasına suda boğarcasına dalmak’’ gibi anlamlara gelir.

2-Usulca çekenlere and olsun!

Nâşitât kelimesi ‘’neşt ve neşât’’ kökünden türetilmiş olabilir. Kelimenin kökü olan ‘n-ş-t’nin, Lisânü’l-Arab’da ağırdan alma ve yumuşaklıkla hareket ettirme, özendirme, kolaylaştırma gibi anlamlarda kullanıldığı örneklerle açıklanmaktadır. Neşt kelimesini Elmalılı, yumuşak bir şekilde çekmek mânasında tanımlayarak bizdeki “tereyağından kıl çeker gibi çekmek” sözümüze benzetmiştir.Burada âyet; usûlünde, kaba kuvvet kullanmadan çekmek, almak, elde etmek gibi bir manaya gelmektedir.

3-Yüzdükçe yüzenlere and olsun!

Sâbihati sebhan, yüzdükçe yüzüp dolaşıp durandır. Kelimenin kökeni olan “sebeha” fiilinin anlamı “suda ve havada hareket etmek” demektir. Bu kelime cisimlerin havada hareket etmesi anlamında Kuran’da kullanılmıştır: “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur, her biri bir yörüngede yüzüp gidiyor.” (Enbiya:33).Kelimenin maddî anlamı dışında bir de manevî anlamı vardır. Tesbih etmek buna örnek olabilir. Herhangi bir kulaç atma ve yüzme söz konusu olmamasına rağmen sebeha kökünden tesbih kelimesi kullanılır. Manası, yaradılış amacına uygun davranmaktır. Bolluk içinde yüzmek gibi soyut anlamlarda Türkçemizde de kullanılır. Bu âyetteki yüzmenin bu tarz bir kullanım olduğu kanaatindeyiz.

4-Böylece yarışarak öne geçenlere.

Sebk kelimesinin anlamı yürüyüşte öne geçmektir. İstibak ve müsabaka da bu köktendir. Yarışma, yani birbirinin önüne geçmek demektir. Sâbikun, öne geçenlerdir. Sâbikati sebkan, öne geçtikçe geçen, hep öne geçen demektir. Kuran’da, insandaki fıtrî olan bu rekabet duygusu bastırılmamış, sadece doğru yöne kanalize edilmiştir.  Hayırlarda yarışın (festebikulḣayrât) (Bakara:148)âyetinde olduğu gibi.

5-Bu yüzden emri tedbir edenlere.

Müdebbirât kelimesinin kökü olan dubur, bir şeyin arkası demektir ve önün zıddıdır. Burada fiil olarak kullanılmıştır. Bu anlamda tedbir de işlerin sonunu düşünmektir. Tedebbür buradan gelir ki işin sonunu, görünmeyen yanlarını, arkasını düşünmektir. Ancak bu âyette emirlerin arkasını düşünmek değil, bizatihi emirleri öncelememek, önemsememek söz konusu olabilir. Şerre yönelen, hayrı arkasına alacaktır. “Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlarda,yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir.’’ (Bakara:148) Âyet,hesap günü gelmeden yüzünüzü hayır olana yönlendirin uyarısını yapmaktadır. Edbera kelimesi, Müddessir 23’te âyetlere sırt dönen kibirli için, Meariç 17-19’da hırslı birinin biriktirdiği dünyalıkları paylaşma korkusundan dolayı hakîkate karşı sergilediği tavır olarak nüzûl sürecinde karşımıza çıkmaktadır. Bunun altında yatan, hep daha fazlasını isteme zaafıdır. Hz. Âdem ve yasak ağaç örneğinde olduğu gibi. Hümeze 2 ve 3. âyette de biriktirdiği, yığdığı malın kendisini ölümsüz kılacağı zannına değinilir. Bu sebeple bizce Nâziât sûresinin ilk 5 âyetinde insanoğlunun Allah’ın emirlerini arkaya atma sebepleri açıklanmaktadır. Sûrenin devam eden âyetlerinde de bağlama uygun ve paralel olarak Firavun üzerinden örneklendirilmektedir. Dünyalıklara hırsla dalıp güç devşirenler, hile ve kandırmayla insanların haklarına sinsice, kitabına uydurarak el uzatanlara, mal-mülk içinde yüzmelerine rağmen tekasür krizine girerek biriktirme yarışına girenlere;paylaşmayı, hayrı, hakkı, hukuku, infâkı arkasına atanlara nasihat olarak ölüm, âfet, son saat ve hesap günü yeter denilmektedir.

6-O gün, sarsılan sarsılacak.

Racf, şiddetle sarsmak veya sarsılmak mânasında müteaddî (geçişli) ve lâzım (geçişsiz) olur. O vakit şiddetle sarsılan, sarsılacak olan yeryüzü ve dağlar gibi oluşumlar veya cehennemlik suçlular manasında olabilir. Dünyanın bâki olmadığı gerçeğiyle ölüm anında yüzleşmek, dünyaya sarılanları, biriktirme ile ömrünü heba edenleri sarsan bir hakîkattir.

7-Arkasından gelen, onu takip edecek.

Son saat, deprem veya felaketler,hastalık ve ekonomik krizler ile yaşanan sarsıntılar insanın içindeki sarsıntıları tetikler. Fizikî olaylar, rûh halini de etkilemektedir. O gün sarsılan sarsılır, devrilen devrilir, yıkımlar domino etkisi ile yıkımı devam ettirir.Tarihteki tüm zâlim iktidarlar bir şekilde devrilmiştir. Önemli olan onların zulümlerinin yanlarına kâr olarak kalmamasıdır.

8-O gün kalpler şiddetle titreyecek

Vâcife; korkan,titreyen demektir. Kalp, şiddetli korku sebebiyle heyecanlanıp titrediği zaman “vecefelkalbu” denirdi. Herkesin bir hesap günü vardır. Bize düşen, doğru adâlet sistemi ile zâlimi âdil yargılayıp hesap gününü yaşamasını sağlamak olmalıdır. Devam eden âyetlerde Hz. Mûsa’nın zâlime gönderilmesi ve adâlet istemesi buna güzel bir örnektir. “Firavun’a git! Çünkü o azdı.” (Nâziât:17) Rabbimiz, âdil mahkemeler kurulmak sûretiyle siyasî,sosyal, bireysel, toplumsal her alanda rant ve zulüm sistemini oluşturup haddi aşanların hesap vereceği güçlü bir yargılamanın yapılması gerektiğini bize kendi din günü, mizan ve mahkemeyikübra anlatımları üzerinden örneklendirmektedir. Suçu işleyen hak ettiğini bulmalıdır ki cezaevleri cehennemin numunesi, özgür sosyal yaşam ise cennetin numunesi olabilsin.İlerleyen âyetlerdeki cehennem ve cennetülme’va/barınak anlatımları bu örneklendirmeyi bize göstermektedir.

9-Onların bakışları korku içindedir.

Huşû kalp fiillerindendir. Yalnız insan için kullanılır.Zira huşû, bilgi ve bilinçten kaynaklanır. İnsanların önemsememe,arkalarına atma ve boş vermelerle nasıl mağduriyetler doğurduğunu anladıkları bir yargılama yapılmalıdır. Zira Rabbimizin yargılaması da böyledir. Doğru yargılamada suçlu suçunun sonuçlarını, sebep olduğu mağduriyetleri, mahkemede şâhitler ile tam anlamalıdır ki ben zâlimlerden oldum (Enbiya:87), yazıklar olsun bana, hak ettiğimi buldum (Araf:5), hâkim veya savcı bize zulmetmedi, biz kendi nefsimize zulmettik (Enbiya:14, Araf:23) diyebilecek bir pişmanlık yaşamalıdır. Ancak suçlu olan kişiler bize örneklik teşkil eden ilahî yargılamayı da uzak bir ihtimal olarak görür ve şöyle itiraz ederler:

10-Derler ki: “Gerçekten biz çukura atıldıktan sonra dönecek miyiz?”

Hâfira,  esasen “kazıcı”mânasında sıfat olmakla beraber, atın tırnağına isim olmuştur. Bu münasebetle atın tırnağının kazdığı çukura, yani izine ve o sûretle açılan çukura da hâfire denilir. Bu kökten hâfer, çukurdan çıkarılan toprak demektir. Bizim Türkçede kullandığımız hafriyat kelimesi gibidir.Denilir ki burada çukur kazan, iz yapan mânasına hâfire kelimesi kullanılmış, fakat “kazılan çukur” kastedilmiştir. Hesapsız bir hayat yaşayanlar hesap verecekleri ihtimalini bile düşünmek istemezler.

11-Biz çürümüş, dağılmış kemikler olsak da mı?

İzâmennehirah; çürümüş,delik deşik olmuş kemiktir. Hırsla insanların haklarına girip duygusallıkla sürekli suç işleyenler, işlerine geldiğinde mantıklı argümanlar sunma gayretine girerler ve zararın büyüklüğünü şöyle dile getirirler:

12- Dediler ki: “O zaman bu,telafisiz bir dönüştür.”

Kerra’dan kasıt, dönüştür. Hâsire ise sahipleri zarar eden, kâr etmeyen dönüştür. Hesap gününün şuuru bile insana öz eleştiri yaptırır. Öz eleştiri hatadan dönme demek olan tevbeye vesile olur. Kuran bunu tesis için muhatabına son saat ve dirilmeyi hatırlatmaya ve örneklendirmeye devam edecektir.

13- Hâlbuki o sadece güçlü bir sestir.

Zecretun, kimi zaman kovma kimi zaman da ses anlamında kullanılır. Bu kelimenin kökü olan zecr, tasallut etmek ve bağırmak sûretiyle bir şeyi müdafaa etmek de­mektir. “Zecr“, deve için kullanıldığında teşvik edip dürtmek; insan İçin kullanıldığında ise vazgeçirmek, nehyetmek gibi bir mâna taşır. Bu kelime Arapların “Çoban bağırarak koyunu korudu.” sözünden alınmıştır. Çoban, koyuna bağırıp da koyun onun sesinden dolayı döndüğünde böyle de­nilir. Rabbimiz bize dönüş yapmamız/tevbe için hata üzere ölmememiz için sürekli vahyi ile seslenir. Sürü olup yardan kendimizi atmayalım diye. Bununla uyanmayanları ‘sûr’ uyandıracaktır.

14- Artık onlar o zaman uyanırlar.

Sâhira; uyanık,uyanma, uyanıp dikilme manasındadır. Uyanık göz için de bu kelime kullanılmıştır. Âyetteki “bissâhireti”, seslenme sonucu uyanmadır. İnsanları yeniden dirilecekleri gün gelmeden önce gaflet uykusundan uyandırmanın yolu da onlara vahiy ile hak ve hakîkatleri, görev ve sorumluluklarını hatırlatmaktır.Bir mücadele örneği üzerinden konu devam etmektedir.

15- Sana Mûsa’nın hadîsesi ulaştı mı?

Hel, soru edatıdır. Hadîs kelimesi fiil olarak vâki olmak, bir hadiseyi aktaran söz gibi kullanımlara sahiptir. Burada Rabbimiz Hz. Mûsa, Firavun ve İsrailoğullarıyla alâkalı tarihten bir örnek verecektir. Verilecek bu örneğin ilk 5 âyette sözü edilen olumsuz insan tipiyle ilgisine Firavun üzerinden dikkat edilmelidir.

16- Rabbi ona mukaddes Tûva vadisinde seslenmişti.

Tuvâ, ilk kez Hz. Mûsa bağlamında Tâhâ 12’de geçmişti. Bu kelime “Tuvan, Tiyvan ve Tiyva” şeklinde de okunmuştur. Bu kelime özel bir vadinin adı olarak açıklanmıştır. Ancak Zebidi,en önemli Arap kaynakları arasında yer alan ‘Tacü’l-Arus’ adlı eserinde böyle bir vadiden hiç bahsetmemiştir.Zira Tuvâ, vadinin adı değil sıfatı olup 2 kez manasındaki bir kullanımdır. Mukaddes ise temizlenmiş demektir. Kutsal kavramı, manevî temizlenme ve arınma manasından dolayı, şirk ve kötülükten 2 kez temizlenme ve arınmayı ifade etmektedir. Kâbe, Arap yarımadasının kuzeyinde Batnımekke (Bekke) adı verilen bir vadi üzerinde kurulmuştur. Bu ticaret kavşağı tarih boyunca dönem dönem muvahhid çizgiden sapmıştır. Hz. Âdem’in kan dökülen, fesat çıkarılan bir ortamda Kâbe’yi inşâ ederek yerleştiği ve Hz. İbrahim’in temellerini yeniden yükseltip devam ettirdiği ve iki kez mukaddes kılınan bu vadi şu anki mikat sınırının içinde yer alan harem bölgesi olabilir.Bu yerin mukaddes olarak isimlendirilmesi vadinin kendisi ile değil üzerinde yaşananlarla alâkalıdır.

17-Firavun’a git, muhakkak ki o haddi aştı.

Hz. Mûsa’nın peygamber olarak gönderilmesinin birinci nedeni, Firavun’a ve kavmine yol göstermek idi. İkinci neden ise, onlar tebliğe karşı koydukları takdirde, İsrâiloğullarını Firavun’a köle olmaktan kurtararak Mısır’dan çıkarmaktı.

İnsanoğlu, belli nimetlere kavuştuğunda,kendisini başkalarından müstağni görmeye başladığında, istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yeteneği kendisinde vehmettiğinde, artık Allah’ı da unutur.Bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır. Artık dilediğini yapar; hak,hukuk ve hiçbir sınır tanımaz. Allah’a ortak koşmaya, nefsini O’nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmek için hiçbir sınır olmadığını zannetmeye başlar. İşte, bu hâl tuğyan hâlidir. Bu tür insanlar da Kurân diliyle tâğîdir. Nâziât sûresinin ilk 5 âyetinde tanık olacakları bildirilen olumsuz insan tipine Firavun tarihten bir örnektir. Şöyle ki Firavun iktidarını yeri geldiğinde cebir ve zor kullanarak,  yeri geldiğinde sihirbazlar ile usulünce kandırarak elde tutmuş, servet ve iktidar içinde yüzmüş hatta bunda en önde olmak için yarışmıştır. Hz. Mûsa’nın ortaya koyduğu büyük âyetlere sırt dönmüştür. Nâziât sûresinin bu iç bağlamı bizlere bu muhteşem anlamsal bağı haykırmaktadır. Bu anlayış ve tutum Firavun’u Mısır’ın üzerinde rabblik/efendilik taslamaya götürmüştür. İlk 5 âyet ile Firavun’un tutumu arasında kurulacak bu bağ, bize rabblik/efendilik taslamanın iç ve dış sebeplerini de açıklamaktadır.

18- Artık de ki: ‘’Arınmak ister misin?’’

Arınmanın bu bağlamla alâkası Mukaddes Tûva vadisinin anlamıyla yakındır. Kuddüs;arınmış, temizlenmiş, dokunulmaz demektir. Mukaddes ise; arındırılmış, temizlenmiş demektir. Mukaddes Tûva vadisinde alınan ilk emrin bu meyanda dile getirilmesi şaşırtıcı değildir. Tezekkâ kelimesinin aslı, tetezekkâ’dır. Tefa’ul babındandır.Bu kalıp tekellüf, azîm, sebat ve gayret ister. Kısaca, suç, günah ve zulmetmekten arınmak ve mağduriyetleri en aza indirmek uğruna bir sayugayret sergilemektir. Fakat Firavun yalanlamak ve sırt dönmek için bir gayret içindedir.(Bkz. Nâziât:22) Arınmanın ilk yolu derin bir saygı oluşturacak bilgilenme sürecine girmeyi gerektirir.

19- Ve seni Rabbine yönlendireyim de huşûlu ol.

Hidâyet,  “çölde yolunu bulmaya” denir. Zıddı dalâlet, yolu şaşırmak ve kaybetmektir. Bu âyette doğru olana yönlendirme, kılavuzluk etme manasındadır. Huşû, bilgi ile oluşan bir saygıdır. Hz. Mûsa, bu bilgi ve bilinci büyük âyetler göstererek sağlamak üzeredir.

20- Böylece ona büyük âyetleri gösterdi.

Âyetin aslı âyiyetun şeklindedir, ancak iki ya bir araya geldiği için biri elif’e dönüştürülmüştür. Sözlükte, açık alâmet/belirti demektir. Her şey kendi alâmetiyle bilinir.Yüzü kızarmak kızgınlığın âyetidir. Bir şeyin, bir nesnenin ayırt edici özelliklerine eskiden “alâmet-i farika”, yani “ayırt edici belirti”denirdi. Bu belirtiler o nesneyi bize tanıtan, o şeyin ne olduğunu bilmemize yardım eden özelliklerdir. Âyet, bu şekilde, açık alâmet, nişan, belirti,iz, eser ve işâret anlamlarına gelmektedir. Âyet kelimesinin çoğulu“âyât”tır. Âyet kelimesinin alâmetten farkı ise sabit alâmet olmasıdır.Yani bazı şeyler alâmet olmaktan çıkabilir, fakat âyet olan ise alâmet olmaktan çıkmaz. Burada konu edilen büyük âyet (âyâtelkübra), âsâ ile yılan şeklinde hareket eden bir teknolojiyi Hz. Mûsa’nın ortaya koyması olduğu gibi Firavun’u hakîkate davet eden söze dayalı büyük mesajlar olması da mümkündür. Sonraki âyetlerde dile getirilen Firavun’un tutumu ve ‘’rabblik iddiası’’, bu büyük âyetlere verilen olumsuz bir cevap, karşı bir duruştur.

21- Fakat o yalanladı ve asîleşti.

Kezzebe, bu kelime “tekzib” mânasındadır. Yani, Hz. Mûsa’nın nebî olduğunun tamamen yalan olduğuna kesin karar vermektir.  Elçiden ve getirdiği ufuk bilgiden, teknolojiden istifade edip iktidarını daha uzun ömürlü olmasından ve halkını daha müreffeh bir hayattan da mahrum bırakmış, ayağına gelen fırsatı israf etmiştir.

Asâ,  “baş kaldırdı boyun eğmez oldu” anlamına gelmektedir. Sadece inanmamakla kalmayıp karşı hamle yapmak için bir dikleşme söz konusudur. Firavun üzerine düşen sorumlulukların farkına varmakla bir anda isyankâr bir tutum sergilemektedir. Hidayet ve sonrasındaki huşû, hak edilmiş bir sürecin sonudur. Hayatı boyunca her işini cebirle veya sinsice halledenler, hak ve hakîkat karşısında da aynı ahlâksızlığı sergiler.

22- Sonra sırt döndü, çırpındı.

5. âyetteki emri tedbir etmek,burada âyetlere sırt dönmek olarak açıklanmış olabilir. Edbera, sırtını döndü anlamdadır. Sa’y, aslında hızlı yürümektir. Bu kelime ister hayr, ister şer olsun bir konuda gayret sarf etmek için kullanılır. Safa ve Merve arasındaki yürümeye de sa’y denir. Sa’y kelimesi Firavun’un sırt dönmede çaba sergilemesini anlatmaktadır. Bu da aslında duyduğu düşmanlık ve öfkenin tezahürüdür.

23- Böylece topladı ve seslendi.

Haşr; halkı bulundukları mekânlarından, yerlerinden çıkararak, onları cemaat halinde (toplu olarak bir araya getirme biçiminde) bir yere toplamaktır. Bu nedenle çokluk ve yığılma ifade eder.

Nâdâ, topluluğa seslenmektir. Firavun’un saltanatının devamı için çırpınışlarını ifade edilmektedir.

24- Artık dedi ki: “Ben sizin en yüce Rabbinizim!”

Kurân’da Firavun’un inancı konusunda bilgi edinilebilecek âyetler mevcûttur. (Bkz. Zuhruf: 51–53, Mümin:28–35) Allah’a inanmayan birinin “Ben Allah’ın elçisiyim.” diyen birine “Allah da nedir? Ben bir yaratıcı olduğuna inanmadığım için senin elçiliğini de kabul etmiyorum.” demesi gerekirken, bilakis yaratıcı bir gücün olduğuna inandığını,ancak bu gücün göndereceği elçinin vasıflarını Hz. Mûsa’nın taşımadığını düşünmektedir. Bu meyanda beklediği elçinin özelliklerini şöyle ifade eder: “Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında yardımcı melekler gelmeli değil miydi?”(Zuhruf:53) Bu itirazın amacı “Ra” tanrısının yeryüzündeki temsilcisi olduğu iddiasının boşa çıkarılmasıdır. Firavun’un reddederek asileştiği husus,Allah’ın elçiler göndererek emirler bildirmesi ve kendisinin yeryüzündeki hükümranlığına müdahale etmesidir. Çünkü Firavun kendisini teoride hükmettiği insanların siyasî anlamda rabbi (hâkimi, efendisi) olarak görüyor ve hükümranlığını kendisinin Güneş Tanrısının insan şeklindeki sûreti olduğu iddiasına dayandırıyordu. Dikkat edilirse “Ben âlemlerin tek rabbiyim, benden başka rab yok.” demiyor. “Ben sizin yani sizden sorumlu olanların en üstüyüm.”demektedir. Buradaki rabbin; efendi,sahip manasında alınması bağlama daha uygundur. Zira Kurân’da da bu anlamda kullanıldığı yerler vardır. “Bir de bunlardan, kurtulacağını zannettiğine, Rabbinin yanında beni an dedi, ona da Şeytan, Rabbine onu anmayı unutturdu da senelerce zindanda kaldı.” (Yusuf:42) Mısır literatüründe rabb, efendi sahip manasındadır. Firavun’un, apis öküzüne, ineğe, taşa tapması onun kendi inancıdır. Dinde zorlama ve dayatma olmaz. Kurân düşünce ve inanç özgürlüğünü savunur. Burada Hz. Mûsa’nın gönderilme sebebi Firavun’un halkı kendi malı ve Mısır’ı da kendi mülkiyetinde görme hastalığıdır. Kurân dünya sevgisini, âhiret anlatımı ile sürekli törpüler ve doğru inancı anlatır ki insanlar rant ve iktidar elde etmek için başkalarının inanç ve hassasiyetlerini suistimal edip kul edinmesin ve kul olmasın. Allah’ın hür olarak yarattığı insanlar, kendilerini birinin malı, kölesi gibi görmeleri zulüm doğurur. Firavun halka ‘’Ben sizin efendinizim!’’ derken kendi yakın kurmaylarının övgüleri sonucu ilah olduğunu bile zannetmeye başlamıştır. ‘’Firavun ise dedi ki: Ey ileri gelenler, ben sizin için benden başka bir tanrı bilmiyorum, haydi benim için çamura ocağı yak da ya Hâmân bana bir kule yap belki Mûsa’nın tanrısına muttali olurum, ben onu herhalde yalancılardan sanıyorum.” (Kassas:38)

25- Böylece Allah, onu önünde sonunda âciz bırakmak için alıkoydu.

Nekâle, fiil olarak bir şeyi yapamadı, âciz kaldı mânasına gelir. Nikl; hayvanın bağı, geminin halatı mânasına gelir. Enkâl, suçluya vurulan ağır kelepçe mânasına nekâl kelimesinin çoğuludur.

Âhiret, Kurân-ı Kerim’de en çok geçen terimlerden biridir.Kelime anlamıyla, sonra, sonradan gelen, daha sonra olacak olan demektir. Kurân bu kelimeyi, karşıtı olan ûla (önceki,önce olan) kelimesi ile birlikte de sık kullanır. Bu âyette âhiret ve dünya kullanılsa idi, bunu ölüm sonu ve ölüm öncesi ceza olarak anlardık. Ancak burada ömrünün son kısımları ve ondan önceki sürece âtıfla ‘’âhireti velûla/er veya geç, önünde sonunda’’ gibi deyimsel bir anlamla dünyadaki bir durduruluş hâlinin söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. İnsanlara zorbalık yapıp onları birer mal gibi gören tüm müstekbirler doğru bir direnişle ibretlik bir akıbete çarptırılmalıdır. Bu tür diktatör ve Firavunlara karşı yapılan mücadelede aceleci olunmamalı, onların âciz ve zayıf anları gözlenerek fırsat kollanmalıdır. Hz. Mûsa ve Hz. Harun Firavun’a karşı 4-5 yıllık bir stratejik beklemenin arkasından harekete geçmişlerdir.

26- Muhakkak ki bunda, çekinenler için elbette ibret vardır.

İbret, sözlükte“geçmek, aşmak” anlamındaki “abr” kökünden gelir. İbret, kavram olarak görünenden görünmeyene geçmek, olayların dış yüzüne bakıp onlardaki hikmeti kavramaya çalışmak, olaylardan ders alıp stratejiler üretmek demektir. Huşû,bilinçli bir çekinme ve korkudur. Dünyada duyulan huşû, sahibini tedbirli davranmaya, araştırma yapıp adımlarını bilinçli atmaya sebep iken âhirette duyulan huşû sahibi için zillet ve pişmanlık olacaktır. (Bkz. Nâziât:9)

27- Siz mi yoksa bina ettiği semâ mı yaratılış olarak daha zor?

Benâ, dağınık parçaları birbirlerine ekleyip bağlayarak toplamından bir bütün meydana getirmektir. Gök de böyle farklı görevleri olan 7 tabaka halinde aşama aşama bina edilmiştir.

Semâ,  ‘yükseklik,yücelik’ anlamındaki es-sümüvv kelimesinin türevlerindendir. Her yüksek ve yüce şeye es-semâ denilir. Gökyüzüne semâ denilmesinin sebebi, yeryüzünden yukarıda olmasındandır. Semâ, burada Kurân’ın başka birçok yerinde olduğu gibi, sadece atmosferin 6 katmanını değil 7. kat semâ olan uzayın tamamı manasında kozmik sistemi gösteren bir mahiyette de olabilir.13,5 milyar yıl olan uzayın yaşı ile 200 bin yıl öncesine dayanan beşerin yaratılışı düşünüldüğünde bu âyetteki kıyas anlaşılmaktadır. Verilen mesaj açıktır.Kendini biricik, vazgeçilmez gören insana değeri ve yeri öğretilmektedir. Bu âyet uzayda insandan daha karmaşık varlıkların var olabildiğine de bir gönderme barındırabilir.

28-Onu aşama aşama yükselti, böylece düzenledi.

Semk kelimesi her şeyin boyu yani, aşağıdan yukarıya uzaması ve yüksekliğidir. Yukarıdan aşağıya düşünüldüğü takdirde buna “umk” denir. Enine, boyuna olmak üzere “kalınlık” ilede tefsir edenler olmuştur. Uzay sürekli büyümeye devam etmektedir. Zaten “ref”aşama aşama, derece derece, zaman içinde yükselme demektir.

Sevvâ kelimesinin aslı ‘s-v-y’ dir. Metre ve tartı gibi ölçümlerdeki denkliği anlatır. Seviye aynı köktendir. Aşağıda ya da yukarıda (ifrat veya tefritte) değil, düzgün bir seviyede mânasındadır. Bu âyette ise ölçülü ve amaçlı yaratılış mânasındadır. Çünkü Allah her şeyi bir amaca binaen yaratmıştır.Hiçbir şey boş yere değildir. Yani yarattı, sonra da yaratılış amacını içine koydu. Veya onu bir düzene koydu.

29- Ve onun gecesini kararttı ve onun duhâsını çıkardı.

Eğtaşe,  “kararttı”anlamındadır. Gece karardığında ‘ğateşe’l-leyl’ denir. Allah onu kararttı mânasında ise ‘eğtaşehu’l-llahu’ denir. Uzayda herhangi bir atmosfer olmadığından ışık fotonları yansımaz ve tutulmaz. Bu nedenle uzay karanlık algılanır. Allah koyduğu yasalardan dolayı uzayın karartıldığından bahsetmektedir.

Duhâ, günün ilk vakitlerinde güneşin yükseldiği zamandır. Duhâ, ışığın gündüz boyunca yayılmasıdır. Dünyamızda atmosferin varlığı ile ışık tutumu sağlanıp duhâ ve akşamüstü gibi anlar yaşanmaktadır. Aksi halde sadece ışığın vurduğu yer aydınlık, gölgede kalan kısımlar zifiri karanlık olacaktı. Bu anlatım bilinen uzayın içindeki güneşimizin doğuşunu da anlatıyor olabilir.

30- Ve bundan sonra da arzı yuvarladık.

Gece gibi algılanan uzay boşluğunun içinde güneşimizin oluşması ve arkasından dünyanın oluşumu ifade edilmektedir.

Ba’de zâlik, bundan sonra ve sonralık ifade eder. Şems, 6’daki “tahâha” yayıp döşemek iken buradaki “dehâ-hâ” yuvarlamak demektir. Dehv kelimesinin türevlerinden olan midhat, Mekkelilerin yuvarlak taşlar ve ceviz ile oynadıkları, bugünkü golf oyununa benzer bir oyunun adıdır. Bir çukur kazılır, kazılan çukura yuvarlak taş veya ceviz düşürülmeye çalışılırdı. Yuvarlak nesneyi çukura düşüren kişi oyunun galibi,düşüremeyen de mağlûbu sayılırdı. Medâhî,yuvarlak taşlara verilen addır. Dünyamızın şeklinin “kutuplardan basık elipsoit” olduğunun daha yeni sayılabilecek bir tarihte keşfedildiği hatırlanacak olursa, 14 asır önceden yeryüzünün şekli için“ elipsoit”e en benzer yapıdaki yuvarlak taş, ceviz veya yumurtaya benzetilen bir kelimenin kullanılması, büyük bir mucîzedir.

31- Onda, su ve meralar çıkardı.

Canlılığın oluşabilmesi için devasa bir kozmik düzen şarttır. Bu nedenle semâların yaratılması insanın yaratılmasından daha öncelikli ve zor bir iş olarak 27. âyette anlatılmıştır. Mer’â,  “re’a” kökünden bir ismimekân olarak “otlama yeri” anlamına gelmektedir ve besin zincirinin en altını oluşturur. Elbette ki bunun da oluşması suya bağlıdır.

32- Ve dağları yerleştirdi.

Ersâ; yerleştirmek,oturtmak, dikmek ve sabitleştirmek anlamlarına gelmektedir. Dağlar,yeryüzünün yüzey alanını genişleten yapılardır. Eğer yerkürede bu tarz girinti ve çıkıntılar olmasa idi yaratılış hem daha tekdüze hem daha az çeşitlilik ve yaşam alanı olacaktı.

33- Sizin ve hayvanlarınız için metâ olarak.

Metâ, kendisinden hemen lezzet alınan menfaattir. Kısaca metâsâbit, kâmil vedâim olmayandır. Zıddı nâimdir. Meta, dünyalık gıdalar için kullanıldığından, bu besinlerin geçiciliği de bir anlamda hatırlatılıyor demektir. En’âm kelimesinin tekili “ne’ame” şeklinde gelir. Daha çok develere mahsus bir isimdir. Bu kelime nimetle aynı köktendir. Deveye bu kelimenin verilmesinin nedeni Arapların yanında en büyük nimet oluşundandır. Tüm evcil hayvanları da kapsadığı söylenir. Çünkü yumuşaklık mânasına gelen “nuumet”den alınmadır.

34- Fakat büyük musîbet geldiği zaman.

Arap dilinde “dayanılamayacak kadar ağır ve başka musîbetleri bastıracak ölçüde büyük musîbet” anlamına gelen “tâmme” kelimesi burada bireysel ve toplumsal ölüm olan son saati ifade eder. Kaffâl da der ki:“Tâmm”, aslında gömmek ve üzerine çıkmak demektir. Dolayısıyla bir şeye baskın çıkan, onu ezip örten her şey, onu “tamm” etmiştir.  O halde tâmme, yanında önceki belanın unutulduğu daha büyük belaya verilen addır.” (Râzî)

35- O gün insan neyin peşinden koştuğunu tezekkür eder.

İnsan başına gelen büyük musîbetle, henüz amel defteri eline verilmeden önce, dünyada tüm yaptıklarını tek tek hatırlamasıdır. Aynı zamanda hayatın ‘göz önünden bir film şeridi gibi geçeceğine’ de bir işârettir. Firavun’un son anda hakîkati anlamasında olduğu gibi.

36- Ve onu görecekler için ateş çukuru bâriz olmuştur.

Beraze, bir işin apaçık ortaya çıkması, meydana gelmesi demektir. Türkçede kullandığımız bâriz kelimesi de buradan gelmektedir. Cahîm, çok kızışmış çukurda yanan alevli ateş demektir. Kurân’da 26 kez geçer. Cehennemin isimlerinden biridir. Cehennemin gösterilmesi de esasında bir çeşit sıkıntıdır. Atılacağı yeri görerek yargılanacak kişinin çekeceği bu derin mahcubiyet de yaşanacakların dehşetini ortaya koymaktadır. (Bkz. Fecr:23) Günümüz suç oranlarının azalması için cezaevleri bir otel olmaktan çıkarılıp ismine layık şekilde yer altında inşâ edilmelidir. Yer altına inşa edilen bu yerler, film ve belgeseller ile ibret amacıyla taşkınlık edecekler için halka gösterilmelidir.

37- Artık kim taşkınlık etmiş ise.

38- Ve dünya hayatını öncelerse.

Âsere; tercih etmek yeğlemek, izleyip takip etmek, üstün tutmak gibi anlamlara gelmektedir. Tersi ihmaldir. Ve âhireti ihmal ediyorsunuz. (Kıyamet:21) Tezerûn, 've-ze-ra' kökünden gelir. Değer vermeyerek terk etmek,ihmal etmek anlamına gelir. Her şeye peşinen ulaşma isteği, âhireti ihmal ile sonuçlanmaktadır. Dünya hayatını üstün tutmak; onu öncelemek, önemsemek ve âhirete yeğlemek manasındadır. Dünyayı öncelemek, maddî olanı manevî olana tercihtir.Sevgi, merhamet, hoşgörü, paylaşma, sadakat, doğruluk ve dürüstlük manevî olan iken, maddî olanı elde etmek için manadan vazgeçmek demektir. Bir satıcı kâr için malını pazarlarken dürüstlüğü elden bırakıyor veya bir işveren çalışanların emeğini sûistimal ediyor; bir işçi, memur vs. aldığı maaşı hak etmek için çabalamıyorsa, aşağıda/yakın olanı/dünyayı uzak gördüğüne yeğliyor demektir. Hedef, insan kalabilmek iken, ilkel güdülerle hareket etmek insan olmayı tercih etmemektir. Müminin, fiyatı değil değeri olmalıdır.

39- Artık, muhakkak ki barınakları ateş çukurudur.

Barınak, sığınaktan ziyade son durak ve kalacakları mekân manasındadır. Paylaşma ve dayanışmadan ziyade bencillik ve menfaati öncelemek insanî değerleri ve medeniyeti korumayacaktır.

40- Ve fakat, kim Rabbinin makamından korkmuş ve nefsanî arzularını engellemişse.

Nefs kelimesinin ilk anlamı kişinin “kendi, zatı” demektir. Hevâ; nefsin şehvete meyli,ilkel istekleri demektir. Havf; korkmak, kaygılanmak, endişe duymak anlamlarına gelir. Havf daha çok maddî olan, gözle görülür sebeplerden kaynaklanan korku için kullanılmıştır. Kul, kendini/nefsini sorguladığında, son derece âciz olduğunu görür ve dolayısıyla “hâif”olur. Allah’ın makamından korkmak, zatından haşyet duymak gerekir. Allah’ın makamından korku, bizi dünyevî makam sahiplerinden korkup endişelenmekten kurtarır. Allah’ın makamından hakkıyla korkan, hiçbir makamın önünde eğilmez. Özgüveni tam bir şekilde, saygı çerçevesinde hakkını savunur ve zulme rıza göstermez. Bu âyette “dünya hayatını öncelemek” ifadesi de açıklanmaktadır. Nefsanî ilkel güdüleri insanî değerlerin önüne geçiren, hesap gününde hesaba çekecek makamın âlemlerin Rabbi olduğunun şuuruna varmayandır. Bizler ne yazık ki dünyalık küçük hesaplara büyük hazırlıklar yaparken, büyük hesabı küçük hazırlıklarla atlatacağımızı zannediyoruz. Hayvanî istekleri bir nebze dizginleyen sıratımustakîmde ilerleyip hedefe ulaşacaktır.

41- Artık, muhakkak ki barınakları cennettir.

42- Sana o saatin ne zaman duracağını soruyorlar.

Sâat, bildiğimiz saat anlamındadır. Dünya imtihanının bittiği güne isim olmuştur. Bu anlamda Es-Sâat kelimesi, “Allah tarafından bilinen ve kararlaştırılmış olan zaman” anlamına gelir. Kozmik sondur. Konu buradan başlayıp Vâkıa sûresi ile devam ettirilecektir. Eyyâne, “gelecek olan vakti ve zamanını” sormaktır. Mürsâ kelimesi mimli mastar olarak “irsa” mânasına mekân ya da zaman bildiren isim olarak “son” mânasınadır. İrsâ, “bir yerde durmak” mânasına gelen“resâ”dan türetilmiş olup geminin demir atılarak durdurulması gibi sabit kılınıp durdurulmak demektir. Âyette “onun demir atması ne zaman” şeklindeki ifade saat ile birlikte kullanıldığından o saatin duracağı, ilerlemeyeceği,demir atacağı zaman sorulmaktadır.

43- Sende onu zikredecek ne var?

Bazı müfessirler âyetlerin tefsiri sırasında dünyanın ömrüne, kıyamet alâmetlerine değinirler. Değişik hadisler ve sözler rivâyet ederler. Ancak bu âyetlerde yoruma bile gerek kalmayacak şekilde Allah, elçisinin son saatin ne zaman olacağı ile alâkalı herhangi bir bilgisinin, söyleminin/zikrinin olmadığını çok mubîn olarak ifade ettiğinden kıyamet alâmetleri adında yayılan rivayetlere kesinlikle itibar edilmemelidir.Dünyanın ömrünün 7000 yıl olduğu, Hz. Peygamberin altıncı ‘bin’in sonlarında gönderildiği; Mehdi ve Deccal’in zuhur tarihleriyle kıyâmetin kopuş tarihinin hesaplanmasını esas alan bütün rivâyetler uydurmadır. “Onun bilgisi sâdece Allah katındadır” (Bkz. Ahzab: 63; A’râf: 187; Tâhâ: 15). Kurân, kıyâmetin/son saatin “ansızın” kopacağını söyler (En’âm: 158; Nahl: 77; Ahzab: 63).Müşriklerin peygamber tasavvuruna göre gerçek peygamber gaybı bilir. Kurân bu tasavvuru reddeder ve her şeyi sadece Allah’ın bileceğini hatırlatır.

44- Onun sonu, Rabbinedir.

Müntehâ ise, “ulaşılamayan en uzak nokta” demektir. Bununla da “Allah’ın yaratılmış varlıkların ulaşabileceği bilgilere bir sınır koyduğuna” işaret edilmiş olabilir. Kıyâmetin ne zaman olacağı değil, nereye varacağı öncelenmelidir.

45- Sen sadece, huşû duyanları uyaransın.

Kurân’da peygamberin nezîr olduğu çok kez ifade edilir. (Bkz. Fâtır:23–37,  Şu’arâ: 115) İnzar kelimesinin korkutmakla ilgisi varsa da, Türkçeye “uyarı” diye tercüme edilmesi daha uygundur. Korkutmak Arapçada tahvîf’tir. İnzar ise bilgilendirerek(huşu) ve şuurlandırarak uyarmak demektir. Sorumluluk duymak, ne zaman olacağından ziyade ne yapılmasına odaklanmayı gerektirir.

46- Onu görecekleri gün, sanki bir gün sonu veya duha vaktinden başka kalmamış gibi olurlar.

Lebs, “kalmak” mânâsına gelir. El-Aşiyya, günün sonu, akşamüstü demektir. Duhâ; sabah vakti, günün ilk ışıkları demektir. Kelimenin aşiyye kelimesine ha zamiriyle izafe edilmesi gösteriyor ki, aşiyye ve duhâ aynı günün akşamüstü veya sabah vaktidir. Buradaki kalma süresindeki görecelik başka âyetlerde de kendini göstermektedir. Ashabıkehf (Mağara arkadaşları)mağarada kaldıkları süreyi şöyle ifade ederler: “Yine aralarında sorsunlar diye onları dirilttik de içlerinden bir dedi ki: “Ne kadar durdunuz?” Bir gün yahut bir günden daha az dediler. Sonra dediler ki: ‘’Ne kadar durduğunuza: Rabbimiz daha iyi bilendir.” (Kehf:19) Onu görecekleri gün, tekrar dirilme günü olan hesap günüdür. Kabirden kalkanlar son saatin kopmasından binlerce yıl önce ölseler bile orada kalma süreleri onlara çok kısa gelecektir. Mesaj açıktır. Allah hesabı seri görendir. Son saati uzak görenler hesabı uzak zannetmemelidir.Zira ölüm ile dirilme arası göz açıp kapama kadardır.Emrimiz de başka değil birdir, bir göz açıp kapama gibidir.” (Kamer:50) “Saat, bir göz kırpması kadar veya daha kısadır. ALLAH her şeye kâdirdir.” (Nahl:77) Ancak dirilenlerde, bazen kuşluk bazen ise akşamüstü kadar kısa algılanacak zannî bir görecelik söz konusudur.

Nâziât sûresinden anladığımız bunlar olmakla birlikte en doğrusunu Allah bilir.

 
Eklenme Tarihi : 3.01.2020 15:31:57
Okunma Sayısı : 3533